Ruhani  

Go Back   Ruhani > İslamiyet ve İslami İlimler > Fıkıh İlmi
Kayıt ol Yardım Topluluk Ajanda Bugünki Mesajlar Arama

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Arama Stil
Alt 02-02-2012, 04:09   #1 (permalink)

 
musemma - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

Üyelik tarihi: Jan 2012


Mesajlar: 486
Konular: 443

Karma Puanı: 7

Standart İlim ve İdrakin Mertebeleri

“Şunu bil ki –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– bizim dört meseleyi bilmemiz gerekmektedir.”
İlim bir şeyi olduğu hal üzere kat’î olarak idrâk etmek demektir. İdrâk’in de altı basamağı vardır:
1- Birincisi ilim’dir. Bu da herhangi bir şeyi gerçek durumu üzere kat’î bir şekilde idrâk etmektir.
2- Basit cehâlet (bilgisizlik): Bu da bir şeyi büsbütün idrak etmemektir.
3- Mürekkep cehalet: Bir şeyi gerçek durumundan farklı bir şekilde bilmektir.
4- Vehim: Bir şeyi aksi daha ağırlıklı olma ihtimali ile birlikte idrak etmektir.
5- Şek (şüphe): Bir şeyi eşit ihtimal bulunmakla birlikte idrak etmektir.
6- Zan: Bir şeyi zıttı ihtimali daha az olmakla birlikte idrak etmektir.
İlim de iki kısma ayrılır: Zarurî bilgi, bilinen şeyin idrakinin herhangi bir düşünce ve istidlâle gerek olmaksızın zorunlu olarak idrak edilmesi demektir. Meselâ ateşin sıcak olduğunun idraki gibi.
Nazarî (Teorik) bilgi ise düşünme ve istidlâli gerektiren bir bilgidir. Abdestte niyetin vacib olduğunu bilmek gibi.
“Allah’ın rahmeti üzerine olsun” ifadesi de yüce Allah kendisi vasıtası ile istediğini elde edebileceğin, çekindiğin şeylerden de korunabileceğin rahmetini sana bol bol ihsan etsin anlamındadır. Yani yüce Allah senin geçmiş günahlarını bağışlasın, gelecekte de seni bu günahlardan korusun. Eğer “rahmet” lâfzını tek başına zikredecek olursak, anlamı bu olur. Şâyet “mağfiret” ile birlikte söz konusu edilirse, mağfiret geçmiş günahların bağışlaması için bir dua olur. Rahmet de gelecekte hayrı işleme muvaffakiyeti ve günahlardan da esenlikle kurtulma muvaffakiyeti için bir dua olur.
Müellifin –yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun– bu şekilde dua etmesi, onun muhataba ne kadar itina gösterdiğini, ona karşı şefkatli olduğunu ve onun için hayrı gerçekleştirme maksadını güttüğünü göstermektedir.
Müellifin burada söz konusu edeceği dört mesele dinin tamamını kapsamına aldığından, faydalarının da büyüklüğü dolayısıyla gerekli itina gösterilerek ele alınmalıdır.
“Birinci Mesele ilimdir. Bu da delilleri ile Allah’ı, Peygamber’ini ve İslâm dinini tanımak demektir.”
Allah’ı tanımak demek, O’nun göndermiş olduğu şeriatın kabulünü ve O’na, emirlerine gereken şekilde itaat ve boyun eğmeyi, Rasûlü Muhammed’in –sallallahu aleyhi ve sellem– getirmiş olduğu şeriatın hakimiyetini kabul anlamındadır. “Kul, yüce Allah’ın kitabındaki şer’î âyetler, Rasûlünün sünneti üzerinde ve mahlûkatın kendisi demek olan kevnî âyetler üzerinde düşünerek Rabbini bilip, tanır. İnsan bu âyetler üzerinde ne kadar düşünürse, yaratıcısı ve ma’budu olan Allah hakkındaki bilgisi daha da artar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Yakîn sahibi olanlar için, yeryüzünde âyetler (belgeler) vardır, kendi nefislerinizde de. Artık görmez misiniz?” (ez-Zâriyât, 51/20-21)
Allah’ın Rasûlü Muhammed’i –sallallahu aleyhi ve sellem– bilip tanımak ise onun getirmiş olduğu hidayeti ve hak dini kabul edip vermiş olduğu haberleri tasdik etmeyi, emirlerini yerine getirmeyi, yasaklayıp uzak durulmasını istediği şeylerden uzak kalmayı, O’nun şeriatının hükmüne başvurmayı, hükmüne de razı olmayı gerektirmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (en-Nisâ, 4/65)
“Aralarında hükmetmek üzere Allah’a ve Rasûlüne davet olunduklarında mü’minlerin sözleri ancak: ‘İşittik ve itaat ettik’ demektir. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (en-Nûr, 24/51)
“Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne götürünüz. Bu hem daha hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.” (en-Nisâ, 4/59)
“Artık O’nun emrine muhalefet edenler kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azabın isabet etmesinden çekinsinler.” (en-Nûr, 24/63)
İmam Ahmed –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– de şöyle demektedir: “Bu fitnenin ne olduğunu biliyor musunuz? Fitne şirk’tir, çünkü bir kimse o yüce peygamberin sözünün bazılarını reddedecek olursa, kalbine bir miktar sapıklık düşer de sonunda helâk olabilir.”
İslâm dinini bilmeye gelince;
İslâm genel manası itibariyle yüce Allah’a, rasûlleri gönderdiği andan itibaren, kıyametin kopacağı zamana kadar teşri’ buyurmuş olduğu esaslar çerçevesinde ibadet etmektir. Nitekim yüce Allah bunu pek çok âyet-i kerîmede söz konusu etmiştir. Bütün bunlar daha önce gelmiş, geçmiş bütün şeriatlerin de yüce Allah’a teslim olmak (demek olan İslâm) olduğunu göstermektedir. Meselâ yüce Allah İbrahim’in –aleyhi’s-selâm– şu duasını bize aktarmaktadır:
“Rabbimiz, ikimizi de Sana teslim olmuş kimselerden kıl. Soyumuzdan da yalnız Sana müslüman olan (itaat eden) bir ümmet var et.” (el-Bakara, 2/128)
Son peygamber Muhammed’in –sallallahu aleyhi ve sellem– peygamberliğinden sonra söz konusu olan özel anlamıyla İslâm ise; Muhammed –sallallahu aleyhi ve sellem– ile gönderilenleri özellikle ifade eder. Çünkü yüce Allah’ın, Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– ile birlikte gönderdikleri daha önceki bütün dinleri neshetmiş olmaktadır. Dolayısıyla ona tabi olan müslüman olur, ona muhalefet eden müslüman değildir. Bütün peygamberlere tâbi olanlar kendi peygamberlerinin döneminde müslüman idiler. Yahudiler, Musa –aleyhi’s-selâm– döneminde müslümandılar. Hristiyanlar, İsa –aleyhi’s-selâm– döneminde müslümandılar. Peygamber Muhammed –sallallahu aleyhi ve sellem– gönderilince ise onu inkâr ettiler, o bakımdan artık müslüman değildirler.
İşte bu İslâm dini, yüce Allah nezdinde kabul edilen ve kabul eden kişiye fayda sağlayan dindir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah nezdinde (makbul) din İslâm’dır.” (Al-i İmrân, 3/19)
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve o âhirette zarara uğrayanlardan olur.” (Al-i İmrân, 3/85)
İşte yüce Allah’ın, Muhammed’e –sallallahu aleyhi ve sellem– de, ümmetine de lütfettiği İslâm budur. O şöyle buyurmaktadır:
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğenip seçtim.” (el-Mâide, 5/3)
Bilinmesi gereken hususların delillerle bilinmesine gelince, “delil” kişiye maksadına nasıl ulaşacağını gösteren demektir. Bu hususları bilmenin delilleri ise sem’î ve aklî delillerdir. Sem’î deliller vahiy ile sabit olan deliller olup, bunlar Kitap ve Sünnettir. Aklî deliller ise düşünmek ve tefekkür yolu ile sabit olanlardır.
Allah -azze ve celle- Kitab-ı Kerîm’inde bu kabilden pek çok delilleri söz konusu etmiştir. Nice âyet-i kerîmede yüce Allah: “Şunlar, şunlar da onun âyetlerindendir (Vahdâniyetinin delillerinden, belgelerindendir)” diye buyurmuştur. İşte yüce Allah’ın varlığına delil teşkil eden aklî deliller böylece gözler önüne serilmektedir.
Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– peygamberliğinin sem’î delillerle bilinmesine gelince, buna da şu buyrukları örnek olarak gösterebiliriz:
“Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Onunla birlikte olanlar, kâfirlere karşı sert ve katıdırlar.” (el-Feth, 48/29)
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir.” (Âl-i İmrân, 3/144)
Onun peygamberliği aklî delillerle, onun getirmiş olduğu apaçık âyet ve belgeler üzerinde iyiden iyiye düşünmekle anlaşılır. Getirmiş olduğu bu belgelerin en büyüğü yüce Allah’ın Kitabıdır. Bu Kitapta doğru ve faydalı haberler, kötülükleri düzelten, adaletli hükümler vardır. Onun göstermiş olduğu olağanüstü mucizeler de, haber verdiği ve ancak vahiyden sadır olabilen ve haber verdiklerinden meydana gelenlerin verdiği gibi ortaya çıkması dolayısıyla onun doğruluğunu belgeleyen gaybî haberler de bu aklî deliller arasında yer alır.
“(Bu meselelerin) ikincisi bilinenler gereğince amel etmektir.”
Yani bu bilmenin gerektirdiği Allah’a iman, emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak, özel ibadetler ile kişiyi aşan ibadetleri ifa etmek suretiyle O’na itaatin gereklerini yerine getirmektir.
Namaz, oruç, hac özel ibadetlere örnektir. Faydası kişiyi aşan ibadetlere de iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak, Allah yolunda cihad etmek ve buna benzer ibadetler örnektir.
Amel aslında ilmin bir meyvesidir. İlimsiz amel eden bir kimse bu yönüyle Hıristiyanlara benzer. İlmi olmakla birlikte amel etmeyen bir kimse de bu yönüyle Yahudilere benzer.
“Üçüncüsü ise ona (Allah Rasûlünün getirdiklerine) davet etmektir.”
Allah Rasûlünün getirmiş olduğu yüce Allah’ın şeriatına, şu buyruğunda sözünü ettiği üç ya da dört mertebeye uygun olarak davet etmektir:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel yolla mücadeleni yap.” (en-Nahl, 16/125)
Dördüncü mertebe de yüce Allah’ın şu buyruğunda dile getirilmektedir:
“Aralarından zulmedenler müstesnâ olmak üzere kitab ehli ile ancak en güzel yolla mücadele edin.” (el-Ankebût, 29/46)
Böyle bir davette bulunabilmek için yüce Allah’ın şeriatının bilinmesi kaçınılmaz bir şeydir ki, davet ilim ve basiret esası üzere yapılabilsin. Diğer taraftan yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de, bana uyanlar da. Allah’ı tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.” (Yûsuf, 12/108)
Basiret ise davetçinin davet ettiği hususlarda olur. Yani davetçi, şer’î hükmü, davetin nasıl yapılacağını ve davet edenin halini bilmelidir.
Davet alanları pek çoktur. Bunlar arasında hitabet yoluyla, konferanslar vermek suretiyle Allah yoluna davet etmek, makaleler yazmak suretiyle Allah yoluna davet etmek, ilim halkaları ile Allah yoluna davet etmek, te’lif yapmak ve te’lif yoluyla dini yaymak suretiyle Allah yoluna davet etmek, özel meclislerde Allah yoluna davet etmek… Kişi söz gelimi bir davet sebebiyle bir mecliste bulunacak olursa, bu da Allah’ın yoluna davet alanlarından bir alandır. Ancak bunun usandırıcı ve sıkıntı verecek surette olmaması gerekir. Bu da davetçinin oturanlara ilmî bir meseleyi sunması, sonra bu hususta tartışmanın başlaması ile gerçekleşir. Bilindiği gibi tartışmanın, soru ve cevabın yüce Allah’ın Rasûlüne indirdiklerinin anlaşılmasında ve kavratılmasında büyük bir rolü vardır. Hatta bu kimi zaman bir hutbe ya da serbest bir konferans vermekten bile daha etkili olabilir. Bu da bilinen bir husustur.
Yüce Allah’a davet etmek rasûllerin görevi, onlara güzel bir şekilde uyanların yoludur. İnsan ibadet edeceği yaratıcısını, O’nun peygamberini, dinini, bunlara sahip olmak başarısı dolayısıyla Allah’ın üzerindeki lutfunu bilecek olursa, elbetteki artık o kardeşlerini Allah’ın yoluna davet etmek suretiyle, kurtarmakla ve hayırlı olan şeyleri müjdelemeye çalışmakla yükümlü olur. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– de, Ali b. Ebî Talib’e –radıyallahu anh– Hayber günü şöyle demişti:
“Şimdi onların alanlarına konaklayıncaya kadar, yoluna git. Sonra onları İslâm’a davet et ve onlara bu hususta yüce Allah’ın hakkından neleri yerine getirmekle yükümlü olacaklarını bildir. Allah’a yemin ederim, Allah’ın senin vasıtan ile bir tek kişiye hidayet vermesi dahi senin için kırmızı tüylü develerden daha hayırlıdır.”
Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir. Yine Müslim’in rivayet ettiğine göre Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmaktadır:
“Kim bir hidayete davet edecek olursa, ona tâbi olanların ecirleri kadar onun da ecri olur. Bununla birlikte bu onların ecirlerinden de bir şey eksiltmez. Kim de bir sapıklığa çağıracak olursa, onun üzerinde ona tâbi olanların günahları gibi günah yazılır. Bununla beraber bu onların günahlarından bir şey eksiltmez.”
Yine Müslim’in rivayetine göre Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmuştur:
“Bir hayra giden yolu gösteren bir kimseye o hayrı yapanın ecri kadar ecir vardır.”
“Dördüncüsü; bu uğurdaki eziyetlere sabredip katlanmaktır.”
Sabır, nefsi yüce Allah’a itaate yönlendirmek, Allah’a isyandan alıkoymak, Allah’ın kaderlerinden rahatsız olmasını, usanmasını, sıkılıp öfkelenmesini önlemektir.
Kişi daima Allah’ın dinine davet yolunda –eziyet görecek olsa dahi– çalışkan ve gayretli olmalıdır. Çünkü hayra davet edenlerin, eziyete maruz bırakılmaları beşer tabiatının bir parçasıdır. Bundan yüce Allah’ın hidayete ilettiği kimseler elbetteki müstesnadır. Yüce Allah da Peygamberine şöyle hitab etmektedir:
“Andolsun senden önce peygamberler de yalanlanmışlardı. Fakat yalanlanmalarına rağmen sabrettiler, onlara eziyet de edildi. Nihayet onlara yardımımız gelip, yetişti.” (el-En’âm, 6/34)
Eziyet arttıkça zafer yakın demektir. Ancak zafer, insanın hayatta iken zafere kavuşması ve yaptığı davetin etkisini gösterip gerçekleştiğini görmesi haline mahsus değildir. Aksine zafer kişinin ölümünden sonra dahi olsa gerçekleşir. Bu da yüce Allah’ın insanların kalplerinde davet ettiğini kabul etme, davet ettiği şeyleri alıp ona sımsıkı sarılmayı yaratması ile gerçekleşir. Elbette ki bu da o davetçinin –ölmüş olsa dahi– bir zaferi, Allah’ın ona yardımı olarak kabul edilir. O bakımdan davetçinin daveti üzere sabırlı olması ve bu hususta kesintisiz devam etmesi aziz ve celil olan Allah’ın dinine daveti üzerinde direnmesi gerekir.
Davetinin karşısına çıkan engellere karşı sabretmelidir. Bizzat kendisinin karşı karşıya kaldığı engellere de sabretmelidir. İşte rasûller (Allah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) sözle de, fiil ile de eziyetlerle karşılaştılar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onlardan öncekilere gelen peygamberlerin her birine de mutlaka böylece sihirbaz ya da deli derlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/52)
“İşte böylece biz her peygambere günahkârlardan düşmanlar kıldık.” (el-Furkan, 25/31)
Fakat davetçinin bütün bunlara sabırla karşı koyması gerekmektedir. Yüce Allah’ın, Rasûlüne şu buyruğunu dikkatle düşünelim:
“Hiç şüphesiz ki Kur’ân’ı sana peyderpey Biz indirdik.” (el-İnsan, 76/23)
Burada yüce Allah’ın ona; Rabbinin nimetine o bakımdan şükret, diye buyurması beklenirken şöyle dediğini görüyoruz:
“O halde Rabbinin hükmüne sabret.” (el-İnsan, 76/24)
İşte bu, bu Kur’ân-ı Kerîm’in gereğini yerine getiren herkesin mutlaka sabrı gerektiren bir takım şeylere maruz kalmasını kaçınılmaz kıldığına bir işarettir. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– de kavmi kendisine vurup da başını kanatınca, yüzünden kanları silip: “Allah’ım kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmezler” dediğini dikkatlice düşünmemiz gerekir. O halde davetçinin sabreden ve ecrini Allah’tan bekleyen bir kimse olması gerekir.
Sabır üç kısımdır:
1- Allah’a itaat üzere sabır
2- Allah’ın yasaklarına karşı sabır
3- Yüce Allah’ın ister kulların kendi yaptıkları türden olsun, ister bazı kullar vasıtasıyla başa getirdiği eziyet ve haksızlıklar kabilinden olsun, Allah’ın bütün kaderlerine karşı sabırdır.
“(Bunlara) delil de yüce Allah’ın şu buyruğudur:
“Andolsun asra ki, gerçekten insan ziyandadır. İman eden, salih ameller işleyen, birbirine hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ.” (el-Asr, 103/1-3)”
Bu dört mertebeye delil yüce Allah’ın: “Asr’a andolsun ki…” buyruğudur. Yüce Allah bu surede zaman ve hayır ya da şer türünden bütün olayların içerisinde cereyan ettiği asr’a yemin etmektedir. Yüce Allah, iman, salih amel, karşılıklı olarak hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye şeklindeki dört niteliğe sahib kimseler dışında bütün insanların hüsranda olduklarını yemin ile haber vermektedir.
İmam İbnu’l-Kayyim –yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun– şöyle demektedir:
“Nefse karşı cihadın dört mertebesi vardır:
1- Hidayeti ve kendisi olmaksızın ne dünyasında, ne de ahiretinde kurtuluş ve mutluluğu elde etmesi imkânsız olan hak dini öğrenmeye karşı nefsiyle cihad etmek.
2- Bunu öğrenip, bildikten sonra gereğince amel etmek üzere nefsine karşı cihad etmek.
3- Ona davet etmek ve onu bilmeyen kimselere de onu öğretmek üzere nefsine karşı cihad etmek.
4- Yüce Allah’a davetin zorluklarına, insanların eziyetlerine karşı sabretmesi için nefsine karşı cihad etmek ve bütün bunlara yalnız Allah için katlanmak. Kişi bu dört mertebeyi tam anlamıyla yerine getirdiği takdirde artık o rabbânîlerden olur.”
Yüce Allah bu sûrede asr’a yemin ederek her insanın malı, evlâdı ne kadar çok olursa olsun, değeri şerefi ne kadar büyük olursa olsun, şu dört sıfata sahib olmadığı sürece hüsranda ve ziyanda olacağını bildirmektedir:
1- İman. İman yüce Allah’a insanı yakınlaştıran sağlam her türlü itikad ve her türlü faydalı bilgiyi kapsar.
2- Salih amel. Bu da kişinin Allah için ihlâsla ve Muhammed –sallallahu aleyhi ve sellem– e uyarak işlemiş olduğu yüce Allah’a yakınlaştırıcı her bir söz ya da fiili kapsar.
3- Hakkı tavsiye etmek. Bu da hakkı işlemeyi tavsiye etmekle, onu teşvik etmekle gerçekleşir.
4- Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirmek, haramlarını terketmek, O’nun takdir ettiklerine katlanmak suretiyle birbirlerine sabrı tavsiye etmeleridir.
Hakkı ve sabrı tavsiye etmek aynı zamanda iyiliği emredip, münkerden alıkoymayı da kapsar. Bu ikisi sayesinde ümmet dimdik ayakta durur, ıslah olur, ilâhî yardıma mazhar olur, şeref ve fazileti elde eder.
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirsiniz. Siz Allah’a iman da edersiniz.” (Al-i İmrân, 3/103)
“İmam Şafiî –yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun– şöyle demektedir: “Eğer yüce Allah kullarına karşı bu sureden başka bir hüccet (delil) indirmemiş olsaydı, bu dahi onlara yeterdi.”
İmam Buharî –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– de Sahih’inde “İlmin söz ve amelden önce olduğuna dair bâb.” diye bir bab açmıştır. Buna delil de yüce Allah’ın: “Onun için bil ki: ‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Hem kendi günahın için, hem de mü’min erkeklerle mü’min kadınlar için mağfiret dile” (Muhammed, 47/19) buyruğudur. Görüldüğü gibi burada söz ve amelden önce ilim ile başlamaktadır.”
İmam Şafiî’nin künyesi Abdullah olup adı Muhammed b. İdris b. el-Abbâs b. Osman b. eş. Şafiî’dir. Haşim oğullarındandır ve Kureyş’lidir. Gazze’de h.150 yılında dünyaya gelmiştir. Mısır’da h. 204 yılında vefat etmiştir. Dört imam’dan birisidir. Yüce Allah’ın rahmeti hepsine olsun.
Bu sözüyle bu surenin yüce Allah’ın dinine iman, salih amel, Allah’ın yoluna davet ve bu hususta sabra sımsıkı sarılmaya teşvik hususunda insanlara yeterli olduğunu anlatmak istemektedir. Yoksa bu surenin genel olarak şeriatın tümünde insanlara yeterli olacağını anlatmayı kastetmiyor.
Şafiî’nin: “Eğer Allah insanlara karşı bu sûreden başka bir huccet (delil) bildirmemiş olsaydı, bu dahi onlara yeterli olurdu” sözlerini söylemesine sebeb şudur: Akıl ve basiret sahibi bu sûreyi işitecek ya da okuyacak olursa, şüphesiz kendisini hüsrandan kurtarmak için çalışıp çabalayacaktır. Bu da onun şu dört sıfata sahip olması ile gerçekleşir: İman, salih amel, hakkı tavsiye etmek ve sabrı tavsiye etmek.
İmam Buharî’ye gelince; künyesi Ebu Abdullah’tır. Muhammed b. İsmail b. İbrahim b. el-Muğîra el-Buharî’dir. Buhara’da Şevval, 194 yılında dünyaya geldiğinde babası vefat etmişti. Annesinin himayesinde büyüdü. Semerkant’tan iki fersah uzaklıkta Hartenk diye bilinen bir yerde ramazan bayramı gecesi 256 yılında vefat etmiştir.
Buharî metinde kaydedilen âyet-i kerîmeyi söz ve amelden önce ilim ile başlamanın vücubuna delil göstermiştir. Bu da şer’î bir delil olup, insanın önce ilim sahibi olduğuna, ikinci olarak da amel ettiğine delâlet etmektedir. Diğer taraftan aklî ve nazarî bir delil de vardır. Bu da ilmin söz ve amelden önce olduğunu göstermektedir. Çünkü söz ya da amelin sağlıklı ve kabul edilebilir olması için şeriate uygun olması gerekir. İnsanın yaptığı amelin şeriate uygun olduğunu bilmesi ise ancak ilim sahibi olmasıyla mümkündür. Ancak ortada insanın fıtratı gereği bildiği bir takım hususlar vardır. Yüce Allah’ın bir ve tek ilâh olduğunu bilmesi gibi. Yüce Allah bu bilgiyi kulun fıtratında yaratmıştır. O bakımdan bunları öğrenmek için ayrıca fazla çabalamaya gerek yoktur. Pek çok olan cüzî meselelere gelince, asıl öğrenilmesi ve onlar için gayretlerin yoğunlaştırılması gereken bilgiler bunlardır.
“Şunu bil ki –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– her müslüman erkek ve kadına şu üç meseleyi öğrenmek ve gereğince amel etmek vacibtir. Birincisi: Bizi yaratan yüce Allah’tır.”
Buna yani yüce Allah’ın bizi yarattığına dair deliller sem’î ve aklî olmak üzere iki türlüdür.
Sem’î deliller pek çoktur. Yüce Allah’ın şu buyrukları bunların bazılarıdır:
“O sizi çamurdan yaratandır, sonra bir ecel takdir edendir. O’nun katında belirli bir ecel daha vardır. Sonra yine de siz hâlâ şüphe edersiniz.” (el-En’âm, 6/2)
“Andolsun ki sizi yarattık, sonra da size şekil verdik.” (el-A’râf, 7/11)
“Andolsun ki Biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (el-Hicr, 15/26)
“Sizi topraktan yaratmış olması sonra da beşer olup dağılmanız da O’nun âyetlerindendir.” (er-Rûm, 30/20)
“Allah her şeyin yaratıcısıdır.” (ez-Zümer, 39/62)
“Halbuki sizi de, yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır.” (es-Saffat, 37/96)
“Ben cinleri de, insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 51/56) ve buna benzer daha bir çok âyet-i kerîme.
Yüce Allah’ın bizi yaratmış olduğuna dair aklî delile gelince; yüce Allah’ın şu buyruğunda bu delile işaret edilmektedir:
“Yoksa onlar bir şeysiz mi yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır?” (et-Tûr, 52/35)
İnsan şüphesiz kendi kendisinin yaratıcısı değildir, çünkü o var olmadan önce yoktu. Yok olmak hiçbir şey olmak demektir. Hiçbir şey ise bir şey var edemez. İnsanı babası da, annesi de, yaratılmışlardan herhangi bir kimse de yaratmış değildir. Var edici olmaksızın tesadüfen de yaratılmış olamaz. Çünkü sonradan yaratılan her bir varlığı mutlaka bir meydana getiren vardır. Ayrıca bütün bu yaratıklar son derece uyumlu, birbiri ile dengeli harikulade bir düzen içerisindedir. Bu kainatın tesadüfen meydana gelmiş olma ihtimalini kesinlikle ortadan kaldırmaktadır. Zira tesadüfen var olan bir şey, varlığının aslı itibariyle belli bir düzene sahip değildir. Peki varlığını devam ettirmesi ve tekâmül etmesi halinde düzenli olması nasıl mümkün olabilir?
Böylelikle yaratıcının yalnızca yüce Allah olduğu ortaya çıkmaktadır. Allah’tan başka bir yaratan, Allah’tan başka emir veren yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Dikkat edin yaratmak da yalnız O’na aittir, emretmek te.” (el-A’râf, 7/54)
Hiçbir insanın yüce Allah’ın rubûbiyetini (yaratıcılığını) –Fir’avun’un yaptığı gibi bile bile ve hakka karşı direnerek olması hali müstesna– inkâr ettiği bilinmemektedir.
Cübeyr b. Mut’îm, Rasûlullah’ı –sallallahu aleyhi ve sellem– et-Tûr sûresini okurken dinlemiş ve: “Yoksa onlar bir şeysiz mi yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır? Yoksa göklerle yeri onlar mı yarattılar? Hayır onlar yakîn sahibi değildirler. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa egemen olanlar onlar mıdır?” (et-Tûr, 52/35-37) buyruğunu işitince, Cübeyr o günlerde müşrik idi ve bunları duyunca şunları söylemişti: “Kalbim neredeyse yerinden fırlayacaktı. İşte bu imanın kalbime ilk olarak yerleştiği an idi.”
“Ve bizi rızıklandırdı.”
Bu meselenin Kitab, sünnet ve aklî delilleri pek çoktur.
Kitab’tan delillerinin bazısı: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü şüphesiz ki Allah’tır hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan.” (ez-Zâriyât, 51/58)
“De ki: ‘Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?’ ‘Allah’tır’ de.” (Sebe’, 34/24)
“De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Yahut o gözlere ve kulaklara malik olan kimdir? Ölüden, diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran kimdir? İşleri yerli yerince kim yönetiyor?’ Hemen: ‘Allah’ diyeceklerdir.” (Yunûs, 10/31) Bu hususta âyet-i kerîmeler pek çoktur.
Sünnet-i seniyye’den delillerden birisi de Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– hadîs-i şerifinde belirtildiği üzere cenin’e meleğin gönderilip, ona dört hususu yazmasının emredildiği belirtilen hadîstir. Bu dört husus rızkı, eceli, ameli ve mutlu mu, bedbaht mı olacağıdır.
Yüce Allah’ın bizi rızıklandırdığına dair aklî delile gelince, bizler ancak yemek yiyerek ve içerek yaşayabiliriz. Yiyecek ve içecek de yüce Allah’ın yarattıklarındandır. Nitekim O şöyle buyurmaktadır:
“Ektiğiniz tohumdan bana haber veriniz. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler Bizler miyiz? Dileseydik onu gerçekten henüz olgunlaşmadan çörçöp yapardık da siz hayret ederdiniz. ‘Gerçekten bizler borca batırıldık. Daha doğrusu biz mahrum bırakıldık.’ (derdiniz.) İçtiğiniz sudan bana haber verin. Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indirenler Bizler miyiz? Dileseydik onu acı kılardık. Peki şükretmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 56/63-70)
Bu âyet-i kerîmelerde bizim yiyecek ve içecek türünden her türlü rızkımızın aziz ve celil olan Allah tarafından verildiği açıkça bildirilmektedir.
“Ve O bizleri başıboş bırakmamıştır.”
Sem’î ve aklî delillerin delâlet ettiği gerçek te budur. Bu husustaki sem’î delillerin bazıları şunlardır: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Acaba siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve sizin Bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz? Melik ve hak olan Allah’ın şanı yücedir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (el-Mu’minûn, 23/115-116)
“Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır? O dökülen meni’den bir damla değil miydi? Sonra da aslı bir hücre kümesi olmadı mı? Sonra Allah onu yaratıp şekil vermedi mi? Ondan erkek ve dişi iki sınıf yaratmıştır. Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?” (el-Kıyame, 75/36-40)
Aklî delile gelince, insanlık dünya hayatında yaşamak, sonra da diğer canlıların faydalandığı gibi faydalanmak, sonra da diriltilmemek, hesaba çekilmemek üzere ölüp gitmek yüce Allah’ın hikmetine yakışmaz. Aksine bu katıksız abes bir iştir. Yüce Allah’ın bu insanları yaratıp, onlara rasûller göndermesi, rasûllere karşı çıkanların –gerektiğinde– kanlarının mübah kılınması, sonra da neticenin sıfır ve hiçbir şey olmaması imkânsızdır. Bu şanı yüce Allah’ın hikmeti açısından mümkün olamaz.
“Bilakis O, bize rasûller göndermiştir.”
Yani yüce Allah bizlere, bu Muhammed ümmetine Rabbimizin âyetlerini okuyan, bizi tertemiz edip, arındıran Kitabı ve hikmeti öğreten Muhammed’i rasûl olarak gönderdiği gibi, bizden öncekilere de rasûller göndermiştir. Şanı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Aralarında bir uyarıcının gelip geçmediği hiçbir ümmet de yoktur.” (Fatır, 35/24) İnsanlara karşı ilâhî delilin ortaya konulması ve yüce Allah’a seveceği ve razı olacağı şekilde ibadet etmeleri için onlara peygamberler göndermesi de kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi muhakkak Biz sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Ya’kub’a ve evlâtlarına. İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik. Kıssalarını sana daha önce anlattığımız peygamberlere de, kıssalarını sana (henüz) anlatmadığımız peygamberlere de vahyettik ve Allah Musa ile konuştu. Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah Aziz’dir, Hakîm’dir.” (en-Nisâ, 4/163-165)
Yüce Allah’a razı olabileceği şekilde ibadet etmemiz ancak rasûllerin (salât ve selâm onlara) gösterdiği yolla olabilir. Çünkü Allah’ın sevdiği ve razı olduğu şeyleri bizlere açıklayanlar, bizi yüce Allah’a yakınlaştırıcı hususları bildirenler onlardır. Bundan dolayı yüce Allah’ın insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere elçiler göndermiş olması O’nun hikmetinin bir gereğidir. Buna yüce Allah’ın şu buyruğu delil teşkil etmektedir:
“Muhakkak Biz Fir’avun’a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size de üzerinize şahit olarak bir peygamber gönderdik. Ama Fir’avun o peygambere karşı çıktı. Biz de onu müthiş bir şekilde yakaladık.” (el-Muzzemmil, 73/15-16)
“Kim o Rasûle itaat ederse cennete girer. Kim de ona karşı gelip isyan ederse cehenneme girer. Buna delil de yüce Allah’ın şu buyruğudur:
“Muhakkak Biz Fir’avun’a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size de üzerinize şahit olarak bir peygamber gönderdik. Ama Fir’avun o peygambere karşı çıktı. Biz de onu müthiş bir şekilde yakaladık.” (el-Muzzemmil, 73/15-16)”
Peygambere itaat edenin cennete gireceği yüce Allah’ın şu buyruklarından açıkça anlaşılan bir gerçektir:
“Bir de Allah’a ve Peygamber’e itaat edin ki rahmete nail olasınız. Rabbinizden bir mağfiret ve takvâ sahipleri için hazırlanmış eni göklerle yer (kadar) olan cennete koşuşun.” (Al-i İmrân, 3/132-133)
“Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse onu orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokarız. İşte en büyük kurtuluş budur.” (en-Nisâ, 4/13)
“Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa işte onlar kurtulan kimselerdir.” (en-Nûr, 24/52)
“Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle birliktedirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!” (en-Nisâ, 4/69)
“Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur.” (el-Ahzâb, 33/71)
Bu hususta âyet-i kerîmeler pek çoktur.
Peygamberin –sallallahu aleyhi ve sellem– hadîslerinden de şu hadisi örnek verebiliriz: “Yüz çevirenler müstesna, bütün ümmetim cennete girecektir.” Ona, “Yüz çevirenler kimlerdir, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sorulunca, şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse cennete girer, kim de bana isyan ederse (karşı gelirse) cehenneme girer.” Bu hadîsi de Buharî rivayet etmiştir.
Ona isyan edenlerin cehenneme girecekleri de yüce Allah’ın şu buyruklarından anlaşılan apaçık bir gerçektir:
“Kim de Allah’a ve Rasûlüne isyan eder, sınırlarını aşarsa onu da orada ebedi kalmak üzere bir ateşe koyar. Üstelik onun için küçültücü bir azab da vardır.” (en-Nisâ, 4/14)
“Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse, şüphesiz apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.” (el-Ahzab, 33/36)
“Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır.” (el-Cinn, 72/23)
Az önce geçen Peygamberin –sallallahu aleyhi ve sellem– hadîsinde yer alan: “Kim de bana isyan ederse, o da cehenneme girer” hadîsinden de bu gerçek anlaşılmaktadır.
“İkinci mesele: Yüce Allah ibadetinde kendisine herhangi bir kimsenin ortak koşulmasına –ister mukarreb bir melek, ister mürsel bir peygamber olsun– asla razı olmaz. Buna delil de yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Şüphesiz ki mescidler Allah’a mahsustur. Bu itibarla oralarda, Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin.” (el-Cinn, 72/18)
Yani bilmemiz gereken üçüncü husus Allah Subhanehu ve Teala’nın kendisine yapılan ibadette herhangi bir kimsenin ortak koşulmasına razı olmadığıdır. Aksine ibadete lâyık ve müstehak yalnızca O’dur. Bunun delili de müellifin zikretmiş olduğu: “Şüphesiz ki mescidler Allah’a mahsustur. Bu itibarla oralarda, Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin.” (el-Cinn, 72/18) buyruğudur. Yüce Allah insanın Allah ile birlikte herhangi bir kimseye dua ve ibadet etmesini yasaklamaktadır. Allah neyi yasaklamış ise mutlaka o işin yapılmasından razı olmaz demektir. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Eğer kâfir olursanız, şüphesiz Allah size muhtaç değildir. Bununla birlikte O kullarının kâfir olmalarına razı olmaz. Eğer şükür ederseniz, faydanız için ondan razı olur.” (ez-Zümer, 39/7)
“Siz onlardan hoşnut olsanız da şüphesiz Allah o fâsıklar topluluğundan hoşnut olmaz.” (et-Tevbe, 9/96)
O halde yüce Allah küfür ve şirkten razı olmaz. Aksine O, küfür ve şirke karşı savaşmak ve bunların sonunu getirmek için peygamberler göndermiş, kitablar indirmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
“Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşınız.” (el-Enfâl, 78/39)
Yüce Allah küfür ve şirkten razı olmadığına göre mü’mine düşen onlara razı olmamaktır. Çünkü mü’minin rızası ve gazabı yüce Allah’ın rıza ve gazabına tabidir. Allah’ı gazablandıran şeyden o da kızar, Allah’ı razı eden şeyden o da hoşnut olur. Aynı şekilde yüce Allah küfür ve şirkten razı olmadığına göre mü’minin de bunlara razı olması yakışmaz.
Şirk çok tehlikeli bir iştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez, O’ndan başkasını da dilediğine bağışlar.” (en-Nisâ, 4/48 ve 116)
“Çünkü kim Allah’a ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir. Zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur.” (el-Maide, 5/72)
Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– de şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah’ın huzuruna, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın çıkarsa cennete girer. Kim de Allah’a, O’na herhangi bir şeyi ortak koşmuş olarak kavuşursa, o da cehenneme girer.”
“Üçüncü husus; Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder ve Allah’ı tevhid ederse, o kimsenin Allah ve Rasûlüne karşı gelen kimseleri en yakın akrabası olsa dahi veli edinmesi caiz değildir. Buna delil de yüce Allah’ın şu buyruğudur:
“Allah’a ve âhiret gününe inanan hiçbir kavmin Allah ve Rasûlüne karşı gelen kimselere sevgi beslediklerini göremezsin. İsterse bunlar babaları yahut oğulları, yahut kardeşleri, ya da akrabaları olsa bile. İşte bunlar (Allah’ın) kalblerine imanı yazmış olduğu ve kendilerini katından bir ruh ile desteklemiş olduğu kimselerdir. Hem de onları ebediyyen kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Allah da onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar Allah’ın hizbidir. Haberiniz olsun muhakkak ki Allah’ın hizbi umduklarına kavuşanların ta kendileridir.” (el-Mücadele, 58/22)
Tarafımızdan bilinmesi gereken üçüncü husus ise velâ ve berâ (Allah’ın dost bildiklerini dost bilmek, düşman bilip, uzaklaşmalarını emrettiği kimseleri de düşman bilip, onlardan uzaklaşmak)dır. Velâ ve berâ pek çok nass’ın ifade ettiği çok büyük bir esastır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar size zarar vermekten hiç geri kalmazlar.” (Al-i İmrân, 3/118)
“Ey iman edenler! Yahudileri de, hristiyanları da veliler edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları veli edinirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (el-Maide, 5/51)
“Ey iman edenler! Sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden dininizi bir eğlence ve bir oyuncak edinenleri ve kâfirleri veli edinmeyin. Şâyet iman edenlerdenseniz, Allah’tan korkun.” (el-Maide, 5/57)
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imandan sevimli bulurlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. İçinizden kim onları veli edinirse, onlar zalimlerin ta kendileridirler. De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, soy ve sopunuz, elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve O’nun yolundaki cihattan daha sevimli ise, o halde Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 9/23-24)
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten uyulacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine: ‘Muhakkak bizler sizden ve Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik. Yalnızca Allah’a iman edinceye kadar bizimle sizin aranızda düşmanlık ve kin ebediyyen baş göstermiştir’ demişlerdi…” (el-Mümtehine, 60/4)
Çünkü Allah’ın dinine karşı mücadeleye girişenleri dost ve idareci edinmek, onlarla güzel geçinmeye çalışmak insanın kalbindeki Allah’a ve Rasûlüne imanın zayıf olduğunu gösterir. Zira sevdiğine düşmanlık eden bir şeyi ya da bir kimseyi sevmesini aklen kabul etmek mümkün değildir.
Kâfirleri dost edinmek (müvâlât), onlarla yardımlaşmak, onların izlemekte oldukları küfür ve sapıklık üzere onlarla yardımlaşmakla olur. Onlara sevgi beslemek ise onların sevmelerini sağlayan sebebleri yapmakla gerçekleşir. Yani her bir yolla onların sevgileri aranır. Şüphesiz ki bunlar imanın tümüne ya da kemaline aykırıdır.
O halde mü’mine düşen şey, en yakınından daha yakın olsa dahi, Allah ve Rasûlüne karşı çıkan, Allah’ın dini ile mücadeleye girişen kimselere düşmanlık beslemektir, böylelerine buğzedip, onlardan uzak kalmaktır. Fakat bu durum dahi onlara içten ve samimiyetle öğüt vermeye ve onları hakka davet etmeye engel değildir.
“Allah’ın kendisine itaatinin yollarını göstermesini dilediğimiz kişi! Şunu bil ki Hanîflik İbrahim’in milleti (dini)dir. Bu da yüce Allah’a bir ve tek olarak dini yalnızca O’na halis kılarak ibadet etmektir.
Allah bütün insanlara bunu emretmiştir ve bunun için onları yaratmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ben cinleri de, insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 51/56)
Buradaki “...yalnız Bana ibadet etsinler...” buyruğu Beni birlesinler demektir.”
Hak yol üzere dosdoğru yürümek rüşd diye bilinir. Emrolunan şeyi yapmak, yasak kılınan şeyi terketmek suretiyle istenene uygun hareket etmek de itaattir.
Haniflik ise şirkten uzak kalan, aziz ve celil olan Allah’a ihlâs üzere bina edilmiş dinin adıdır. Bu manada millet-i İbrahim, İbrahim’in –aleyhi’s-selâm– üzerinde yürüdüğü dinin yolu demektir. İbrahim –aleyhi’s-selâm– ise Rahman olan Allah’ın Halil’idir (öz dostudur.) Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
“Allah İbrahim’i dost edinmiştir.” (en-Nisâ, 4/125) İbrahim –aleyhi’s-selâm– peygamberlerin atasıdır, onun izlediği yol kendisine uyulsun diye Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok yerde tekrar edilmiştir. Onun tuttuğu yol da Hanif olarak Allah’a ibadet etmektir.
İbadet genel bir kavram olarak, gönderdiği şeriatlerin ifade ettiği şekilde yüce Allah’ı severek ve ta’zim ederek emirlerini yerine getirmek, yasaklarından uzak durmak demektir.
İbadetin özel yani tafsilî manasına gelince; Şeyhu’l-İslâm, İbn Teymiye’nin dediği gibi şöyledir: “İbadet, Allah’ın sevip razı olduğu havf (Allah’tan korkmak) haşyet, tevekkül, namaz, zekât, oruç ve buna benzer gizli ve açık, söz ve amelleri içine alan kapsamlı bir isimdir.”
İhlâs ise (sözlükte) temizlemek, arındırmak ve ayırmak demektir. Burada ondan maksat, kişinin yaptığı ibadet ile yalnızca yüce Allah’ın rızasını gözetmesi ve O’nun ihsan ve lütuf yurduna ulaşmak amacıyla bu ibadetini yapmasıdır. Öyle ki; O’nunla birlikte ister mukarreb bir melek, ister mürsel bir nebi hiçbir kimseye ibadet etmeyecek. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sonra Biz sana: ‘Hanif olarak İbrahim’in dinine uy. O müşriklerden de olmadı’ diye vahyettik.” (en-Nahl, 16/123)
“Kendini bilmezden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirebilir? Andolsun ki Biz onu dünyada beğenip seçmişizdir. O âhirette de muhakkak salihlerdendir. Hani Rabbi ona: ‘Teslim ol’ dediği zaman o da: ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti. İbrahim de bunu oğullarına vasiyet etti. Yakub da: ‘Oğullarım, Allah sizin için bu dini beğenip, seçti. O halde siz ancak müslümanlar olarak can verin.’ (dedi.)” (el-Bakara, 2/130-132)
Haniflik yüce Allah’a dini yalnızca O’na halis kılarak ibadet etmektir. Bu da Allah’ın bütün insanlara vermiş olduğu bir emirdir ve esasen onları bunun için yaratmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: ‘Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin.” (el-Enbiya, 21/25)
Yüce Allah Kitab-ı Kerîm’inde mahlûkatın ancak bunun için yaratılmış olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
“Ben cinleri de, insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 51/56)
Burada tevhitten kasıt anlaşılacağı gibi ibadet ile ilgili tevhiddir. Yoksa ibadetin anlamına, ibadetin ne hakkında kullanılacağına ve ibadetin mücerred tevhitten daha genel bir anlam ihtiva ettiğine az önce değinilmiş bulunmaktadır. Şunu belirtelim ki ibadet iki türlüdür:
Birisi kevnî ibadettir. Bu da şanı yüce Allah’ın kevnî emirlerine boyun eğmek demektir. Böyle bir ibadet bütün mahlûkatı kapsar. Hiçbir kimse bunun dışında kalamaz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Göklerde ve yerde kim varsa hepsi Rahman’ın huzuruna ancak kul olarak gelecektir.” (Meryem, 19/93)
Bu şekildeki bir ibadet mü’mini de, kâfiri de, iyiyi de, günahkârı da kapsar.
İkincisi şer’î ibadettir. Bu da yüce Allah’ın şer’î emirlerine boyun eğmek demektir. Böyle bir ibadet yüce Allah’a itaat edip, peygamberlerin getirdiklerine tâbi olan kimselere hastır. Yüce Allah’ın şu buyruğu buna bir örnektir:
“Rahmân’ın kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler...” (el-Furkân, 25/63)
O halde birinci tür ibadet dolayısıyla insanın övülmesi söz konusu değildir, çünkü bu konuda onun herhangi bir fiili bulunmamaktadır. Ancak bolluk zamanındaki şükür, belâlara karşı sabır gibi halleri dolayısıyla bazen övülmesi söz konusu olabilir. Fakat ikinci tür ibadet dolayısıyla, insan övülür.
“Allah’ın verdiği emirlerin en büyüğü tevhid’dir. Tevhid de yalnızca Allah’a ibadet etmek demektir.”
Sözlükte tevhid bir şeyi bir ve tek olarak bilmek demektir. Bu ise ancak bir takım şeyleri nefyetmek ve bir takım şeyleri de isbat etmek ile gerçekleşir. Yani tevhid olunanın (Allah’ın) dışındaki şeyler hakkındaki hükmü nefyetmek, nefyedileni de yalnız Onun için tesbit etmek ile olur. Meselâ biz şöyle diyoruz: İnsan Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet etmek suretiyle yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıkların uluhiyyetini nefyedip, yalnızca yüce Allah’ın uluhiyyetini tesbit etmedikçe tevhidi tam anlamıyla gerçekleşmez.
Terim olarak da tevhid metinde: “Tevhid yalnızca yüce Allah’a ibadet etmek demektir” diye tarif edilmiştir. Yani O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın, ne rasûl bir peygamber, ne mukarreb bir melek, ne bir başkan, ne bir hükümdar, ne de yaratıklardan herhangi bir kimseyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmek ve hatta severek, ta’zim ederek, mükafatını umup cezasından korkarak, yalnızca O’na ibadet etmek demektir. Burada anlatılan tevhid’den kasıt ise peygamberlerin gerçekleştirmek maksadıyla gönderilmiş oldukları tevhid’dir. Zira kavimlerinin zamanla ihlal ettikleri tevhid budur.
Tevhid’in bundan daha genel bir tarifi de şöyledir: “Yüce Allah’a has olan hususlarda Allah’ı birlemek demektir.”
Tevhid’in üç çeşidi vardır:
1- Rubûbiyetin Tevhidi: Yaratmak, malik olmak ve emri üzere işi idare etmek hususlarında yüce Allah’ı bir ve tek olarak bilmek demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır.” (ez-Zümer, 39/62)
“Gökten ve yerden size Allah’tan başka rızık veren herhangi bir yaratıcı var mıdır? O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Fatır, 35/3)
“Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir ve O her şeye kadirdir.” (el-Mülk, 67/1)
“İyi bilin ki yaratma da, emretme de yalnız O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!” (el-A’râf, 7/54)
2- Ulûhiyyetin Tevhidi: Bu da yalnızca yüce Allah’a ibadet etmekle olur. İnsan yüce Allah’a ibadet edip, O’na yakınlaşmaya çalıştığı şekilde, Allah’la birlikte kendisine ibadet edip yakınlaşmaya çalıştığı herhangi bir varlık edinmemesi demektir.
3- İsim ve sıfatların tevhidi: Yüce Allah’ın Kitabında ya da rasûlü vasıtası ile kendisini adlandırmış olduğu isim ve nitelendirmiş olduğu sıfatları yalnızca yüce Allah için bilmek ve kabul etmektir. Bu da O’nun kendisi hakkında kullandığı isim ve sıfatları isbat etmek, nefyettiklerini de nefyetmekle olur. Ayrıca herhangi bir tahrif, ta’til, keyfiyetlendirme ve temsil (örnekleme) de söz konusu olmamalıdır.
(Metinde) kasıt ulûhiyetin tevhididir. Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– kendileriyle savaştığı ve kanlarını, mallarını, topraklarını, ülkelerini mübah kılıp, kadın ve çocuklarını esir ettiği müşriklerin sapıklığa düştüğü tevhid budur. Peygamberler de çoğunlukla bu tür tevhid konusunda kavimlerine karşı davette bulunmuşlardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki Biz her ümmet arasında: ‘Allah’a ibadet edin ve tağut’tan kaçının’ diye bir peygamber göndermişizdir.” (en-Nahl, 16/36)
O halde ibadet ancak yüce Allah’a yapılırsa sahih olur. Bu tevhidi ihlal eden bir kimse müşrik ve kâfirdir. İsterse rubûbiyetin, isim ve sıfatların tevhidini kabul etmiş olsun. Meselâ bir kimsenin rubûbiyet, isim ve sıfatların tevhidini tam anlamıyla ikrar ettiğini kabul etsek, ancak kabre gidip o kabir sahibine ibadet etse yahut ta ona yakınlaşmak maksadıyla ona bir kurban adayacak olursa, böyle bir kimse kâfir ve müşriktir, ebediyyen cehennemdedir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü kim Allah’a ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir, zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur.” (el-Mâide, 5/72)
Tevhid’in yüce Allah’ın vermiş olduğu emirlerin en büyüğü olmasının sebebi dinin tamamen onun üzerinde yükseldiği bir esas oluşundan dolayıdır. Bundan dolayı Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– de yüce Allah’a davete bununla başlamış, davet için gönderdiği kimselere de bununla başlamalarını emretmiştir.
“Nehyettiği şeylerin en büyüğü de şirk’tir. Şirk Allah ile birlikte Allah’tan başkasına dua ve ibadet etmek demektir. Delili de yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Allah’a ibadet edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” (en-Nisâ, 4/36)
Yüce Allah’ın yasakladığı şeylerin en büyüğü şirk’tir. Çünkü hakların en büyüğü yüce Allah’ın hakkıdır. İnsan bu hususta kusurlu olursa hakların en büyüğü olan şanı yüce Allah’ı tevhid etmek hakkını yerine getirmemiş olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak şirk pek büyük bir zulumdür.” (Lukman, 31/13)
“Allah’a ortak koşan kimse şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (en-Nisâ, 4/48)
“Kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” (en-Nisâ, 4/116)
“Çünkü kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir, zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur.” (el-Mâide, 5/72)
“Şüphesiz Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder.” (en-Nisâ, 4/48 ve 116)
Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– da şöyle buyurmaktadır:
“En büyük günah O seni yaratmış olduğu halde, Allah’a eş koşmandır.”
Yine Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– Müslim’in, Câbir –radıyallahu anh– yoluyla yaptığı rivayete göre şöyle buyurmuştur:
“Her kim Allah’ın huzuruna O’na hiçbir şeyi ortak koşmamış olduğu halde çıkarsa cennete girer, kim de O’na herhangi bir şeyi ortak koşmuş olarak huzuruna çıkarsa cehenneme girer.”
Yine Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmuştur:
“Allah’a eş koştuğu halde ölen bir kimse cehenneme girer.”
Metinde yüce Allah’ın yalnızca kendisine ibadet etmeyi emredip, ortak koşulmasını yasakladığına dair şu buyruk delil gösterilmiştir:
“Allah’a ibadet edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” (en-Nisâ, 4/36)
Yüce Allah böylelikle kendisine ibadeti emretmekte ve kendisine ortak koşulmasını yasaklamaktadır. Bu da yalnızca O’na ibadet etmeyi ihtiva eder. Kim Allah’a (kulluğu red ederek) ibadet etmezse, o büyüklük taslayan bir kâfirdir. Kim Allah’a ibadet etmekle birlikte O’nunla beraber başkasına da ibadet ederse, o da müşrik bir kâfirdir. Yalnızca yüce Allah’a ibadet eden bir kimse ise ihlâs sahibi bir müslümandır.
Şirk iki türlüdür:
Büyük şirk ve küçük şirk.
Birinci türden olan büyük şirk, şeriat koyucunun mutlak olarak zikrettiği ve insanın dininden çıkması anlamını ihtiva eden her türlü şirk’tir.
İkinci tür olan küçük şirk ise şeriatın şirk niteliğini kullandığı kavlî ya da fiilî olan fakat bununla birlikte dinden çıkarıcı özellikte bulunmayan her türlü ameldir.
İnsanın küçüğüyle, büyüğüyle şirkin her türlüsünden çekinmesi gerekir, çünkü yüce Allah: “Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez.” (en-Nisâ, 4/48 ve 116) diye buyurmaktadır.
Kimi ilim adamı da buradaki tehdit, küçük dahi olsa bütün şirk türlerini kapsamına alır, demişlerdir.
musemma isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
idrakin, ilim, ilim idrakin mertebeleri, mertebeleri


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


gizli ilimler gizli ilim
Tüm Zamanlar GMT +4.5 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 00:57.


Powered by vBulletin® Version kapalı
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.6.0
YASAL UYARI : İçerik sağlayacı paylaşım sitelerinden biri olan Ruhani.Net Adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K'nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan sorumludur. Ruhani.Net hakkında yapılacak tüm Hukuksal Şikayetler, Yöneticilerimiz ile iletişime geçilmesi yada iletişim formunu doldurulması halinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde Ruhani.Net yönetimi olarak tarafımızdan gereken işlemler yapılacak ve size dönüş sağlanacaktır. her yürlü sorunlar için email ; ruhaninet@gmail.com
sakarya escort sakarya escort sakarya escort sakarya escort serdivan escort izmir escort eporner