Ruhani  

Go Back   Ruhani > İslamiyet ve İslami İlimler > Kur'an-ı Kerim Ve Hadisler
Kayıt ol Yardım Topluluk Ajanda Bugünki Mesajlar Arama

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Arama Stil
Alt 01-04-2012, 20:30   #1 (permalink)

Avatar Yok
 

Üyelik tarihi: Dec 2011


Mesajlar: 536
Konular: 144

Karma Puanı: 22

Standart Kulun Peygamberini Bilmesi

Onun adı Muhammed olup geriye doğru atalarının adı sırasıyla şöyledir: Abdullah, Abdu’l-Muttalib ve Hâşim. Hâşim, Kureyş’tendir. Kureyş de Araplardandır. Araplar da İbrahim el-Halil’in oğlu İsmail’in soyundandırlar. Ona ve Peygamberimize salât ve selâmlar olsun.
Altmış üç yıl yaşadı. Kırk yaşında peygamber oldu. Yirmi üç yıl nebi ve rasûl olarak görev yaptı. “İkra’: Oku” buyruğu ile ona nübuvvet verildi. “el-Muddessir” hitabı ile de rasûl oldu. Doğup yetiştiği şehir Mekke’dir. Medine’ye hicret etmiştir. Yüce Allah onu şirkten korkutup uyarmak ve tevhide davet etmek için göndermiştir.”
Yani insanın bilmesi gereken üç esas, kulun Rabbini, dinini ve peygamberini bilmesidir. Kulun Rabbini ve dinini bilmesine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Peygamber’i –sallallahu aleyhi ve sellem– bilmek ise üç hususu kapsar.
1- Peygamber’in nesebini bilmek: O insanlar arasında nesebi en şerefli olandır. O Haşimî, Kureyşî ve Arabî’dir. Onun adı Muhammed’dir. Babasının adı Abdullah, onun babası Abdu’l-Muttalib, onun babası Hâşim’dir...
2- Yaşını, doğum yerini, hicret ettiği yeri bilmek: Müellif -Allah Ona Rahmet Etsin- bunları: “Altmış üç yıl yaşadı. Mekke’de doğdu, Medine’ye hicret etti.” sözleriyle açıklamış bulunmaktadır. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– Mekke’de doğmuş ve orada elli üç yıl kalmıştır. Daha sonra Medine’ye hicret etmiş, orada da on yıl yaşamıştır. Sonra da hicretin onbirinci yılında Rabîul-evvel ayında orada vefat etmiştir.
3- Onun yirmi üç yıllık peygamberlik hayatını bilmek: Yüce Allah kırk yaşında iken ona vahiy göndermiştir. Nitekim şairlerinden birisi şöyle demiştir:
“Ömründen kırk yıl geçince aydınlattı,
Peygamberlik güneşi Ramazan ayında.”
4- Hangi buyrukla ona nübuvvet, hangi buyrukla ona risalet verildiğini bilmek: Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– üzerine yüce Allah’ın: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin kerim olandır. O kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti.” (el-A’lâk, 96/1-5) buyruğu üzerine indirilince, ona nübuvvet verilmiş oldu. Daha sonra da yüce Allah’ın: “Ey bürünüp, örtünen! Kalk ve artık uyar ve yalnız Rabbini yücelt. Elbiseni temizle! Pisliklerden uzak dur. Yaptığın iyliği çok görerek minnet etme, Rabbin için sabret.” (el-Müddessir, 74/1-7) buyrukları üzerine indirilince de ona risalet verilmiş oldu. O da kalkıp uyardı ve yüce Allah’ın emrini yerine getirdi.
İlim ehlinin söylediklerine göre rasûl ile nebi arasındaki fark şudur: Nebi, kendisine bir şeriat vahyedilmekle birlikte o şeriatı tebliğ etme emri verilmeyendir. Rasûl ise yüce Allah’ın kendisine şeriat vahyettiği ve onu tebliğ etmesini, gereğince de amel etmesini emrettiği kimsedir. Buna göre her rasûl bir nebidir, fakat her bir nebi rasûl değildir.
5- Onunla neler gönderildiğini ve niçin gönderildiğini bilmek: Yüce Allah’ı tevhid etmek ve emrolunanları yapıp yasak kılınanları terketmeyi ihtiva eden şeriat ile gönderilmiştir. Allah onu âlemlere rahmet olmak, onları şirkin, küfrün ve cehaletin karanlıklarından ilim, iman ve tevhidin aydınlığına çıkarmak üzere göndermiştir. Bu yolla Allah’ın mağfiret ve rızasına nail olabilsinler, O’nun azab ve gazabından kurtulabilsinler.
O insanları şirkten korkutup azabı dolayısıyla uyarmak, rubûbiyet, ulûhiyet, isim ve sıfatlarında da yüce Allah’ı tevhide davet etmek üzere gönderilmiştir.
“Bunlara delil yüce Allah’ın şu buyruklarıdır: “Ey örtünüp, bürünen (Peygamber)! Kalk ve artık uyar ve yalnız Rabbini yücelt. Elbiseni temizle, pisliklerden uzak dur. Yaptığın iyiliği çok görerek minnet etme, Rabbin için sabret.” (el-Muddessir, 74/1-7)
Yüce Allah’ın: “Kalk ve artık uyar” buyruğunun anlamı, şirkten korkutup uyarmak ve tevhide davet etmek demektir.“Ve yalnız Rabbini yücelt” tevhid ile O’nu ta’zim et. “Elbiseni temizle” yani amellerini şirkten arındır. “Pisliklerden uzak dur” buyruğunda geçen pislikler ise putlardır. Onlardan uzak durmak ise putları ve putperestleri terk edip, onlardan uzak kalmak demektir.
O, bu emre uyarak on yıl süreyle tevhide davet etti. On yıldan sonra da semâvatâ yükseltildi. (Mi’rac)”
Yüce Allah el-Muddessir sûresindeki bu buyruklar ile tam bir gayret ile ilâhî emirleri yerine getirmesini buyurmakta, insanları şirkten korkutup, uyarmasını, ondan sakındırmasını istemektedir. Bu âyetlerin tefsirini müellif -Allah Ona Rahmet Etsin- yapmış bulunmaktadır.
Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– on yıl süre ile yüce Allah’ı tevhide ve yalnızca O’na ibadet etmeye davet etti.

Mirac:

“Urûc” yükselmek demektir. Yüce Allah’ın: “Melekler de, ruh da oraya miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselir (urûc eder.)” (el-Meâric, 70/4) buyruğundaki “yükselir” ifadesi de bu kökten gelmektedir.
Mi’râc, Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– yüce Allah’ın Mekke’den, Medine’ye hicret etmeden önce kendisine lütfetmiş olduğu pek büyük özelliklerinden birisidir.
Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– Kâbe’de el-Hicr diye bilinen yerde uyumakta iken birisi gelip boğazından karnının alt tarafına kadar olan bölümü yardı, sonra kalbini çıkartıp, onu hikmet ve iman ile doldurdu. Bu da ileride ifa edeceği görevler için bir hazırlıktı. Daha sonra katırdan daha alçak, eşekten daha yüksek ve Burak adı verilen beyaz bir binek getirildi, bu binek adımını gözünün gördüğü en uzak noktaya koyar, yol alırdı. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– beraberinde Cibril-i Emin olduğu halde bu bineğe bindi. Beytu’l-Makdis’e vardığında indi, peygamberlere imam olarak namaz kıldırdı. Bütün peygamberler de onun arkasında namaz kıldılar. Böylelikle Rasûlullah’ın –sallallahu aleyhi ve sellem– fazileti, şerefi ve kendisine uyulan bir imam (önder) olduğu ortaya çıkmış oluyordu.
Daha sonra Cibril onu alıp dünya semasına onunla yükseldi. Kapının açılmasını istedi, “Kim o?” diye sorulunca, Cebrail: “Cebrail” dedi. “Beraberinde kim var?” diye sorulunca, “Muhammed” diye cevap verdi. “Ona risalet verildi mi?” diye sorulunca, “Evet” dedi. Bu sefer: Sefa geldi, hoş geldi denildi ve ona semanın kapısı açıldı. Orada Âdem’i –aleyhi’s-selâm– buldu. Cebrail ona: “Bu senin baban Âdem’dir, ona selâm ver” dedi. Peygamber ona selâm verdi, o da selâmını aldı ve: “Salih evlâdıma, salih Peygamber’e merhaba” dedi. Âdem’in sağ tarafında soyundan gelen bahtiyar kimselerin ruhları, sol tarafında ise bedbaht kimselerin ruhları vardı. O bakımdan sağ tarafına baktı mı sevinir ve güler, sol tarafına baktı mı ağlardı.
Daha sonra Cebrail onunla ikinci semaya çıktı ve semanın kapısının açılmasını istedi... Orada teyze çocukları olan Yahya ve İsa’yı (ikisine de salât ve selâm olsun) buldu. Cebrail dedi ki: “Bunlar da Yahya ve İsa’dır, her ikisine de selâm ver.” O da onlara selâm verdi, onlar da selâmını alıp: “Salih kardeş ve salih peygambere merhaba.” dediler.
Daha sonra Cebrail onunla üçüncü semaya çıktı. Semanın kapısının açılmasını istedi… Orada Yusûf’u –aleyhi’s-selâm– buldu. Cebrail: “Bu Yusûf’tur, ona da selâm ver.” dedi. O da ona selâm verdi, selâmını aldı ve: “Salih kardeşe ve salih peygambere merhaba” dedi.
Daha sonra Cebrail onu dördüncü semaya çıkardı. Semanın kapısının açılmasını istedi… Orada da İdris’i –aleyhi’s-selâm– buldu. Cebrail: “Bu İdris’tir, ona selâm ver” dedi. O da selâmını aldı ve: “Salih kardeşe, salih peygambere merhaba” dedi.
Sonra Cebrail onu beşinci semaya çıkardı. Semanın kapısının açılmasını istedi... Orada da Musa’nın –aleyhi’s-selâm–kardeşi İmrân oğlu Harun’u buldu. Cebrail: “Bu Harun’dur, ona selâm ver” dedi. Ona selâm verdi, o da selâmını alıp: “Salih kardeşe, salih peygambere merhaba” dedi.
Daha sonra Cebrail onunla altıncı semaya çıktı. Kapının açılmasını istedi… Orada Musa’yı –aleyhi’s-selâm– buldu. Cebrail: “Bu Musa’dır, ona selâm ver” dedi. Ona selâm verdi, o da selâmını aldı ve: “Salih kardeşe, salih peygambere merhaba” dedi. Yanından gidince Musa ağladı, niye ağlıyorsun? denilince şöyle dedi: “Çünkü benden sonra peygamber olarak gönderilen bu gencin ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha fazla olacaktır.” Musa’nın –aleyhi’s-selâm– bu ağlayışı Muhammed’in –sallallahu aleyhi ve sellem– ümmetini kıskandığından değil, kendi ümmetinin nail olamadığı üstün faziletlerden dolayı idi.
Daha sonra Cebrail onu yedinci semaya çıkardı. Kapının açılmasını istedi… Orada Halilu’r-Rahman İbrahim’i –aleyhi’s-selâm– buldu. Cebrail: “Bu senin atan İbrahim’dir, ona selâm ver” dedi. “Peygamber ona selâm verdi, o da selâmını aldı” ve: “Salih evlâd ve salih peygambere merhaba” dedi.
Cebrail’in –sallallahu aleyhi ve sellem– Rasûlullah’ı –sallallahu aleyhi ve sellem– bu peygamberlerin yanına götürmesi, ona bir ikram, onun şerefini ve faziletini ortaya çıkarmak içindi.
İbrahim el-Halil –aleyhi’s-selâm– sırtını yedinci semadaki Beyt-i Ma’mur’a dayamıştı. Sözü geçen bu Beyt-i Ma’mur’a günde yetmiş bin melek girer, orada Allah’a ibadet eder, namaz kılar, sonra çıkarlar. İkinci gün sayılarını Allah’tan başka hiç kimsenin bilemediği onların dışında başka melekler gelir.
Daha sonra Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– Sidretu’l-Müntehâ’ya kadar yükseltildi. Yüce Allah’ın emri ile orayı bürüyen güzellikler ve göz kamaştırıcı harkulâdelikler bürüdü. Öyle ki hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz. Daha sonra yüce Allah, Muhammed’e –sallallahu aleyhi ve sellem– bir gün ve bir gecede olmak üzere elli vakit namaz farz kıldı. Peygamber buna teslimiyetle razı oldu. Semavattan inip de yolu Musa’nın –aleyhi’s-selâm– yanından geçince, ona: “Rabbin ümmetine ne farz kıldı?” diye sordu. O, bir günde elli vakit namaz deyince, Musa –aleyhi’s-selâm– şöyle buyurdu: “Senin ümmetinin buna gücü yetmez. Senden önce ben insanları denedim. İsrailoğullarından çok zorluklarla karşılaştım. Rabbine dön de ümmetin için yükünü hafifletmesini dile.” Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– der ki: “Ben de geri döndüm, üzerimden on vakit namaz kaldırıldı.” Peygamber bu şekilde Rabbine birkaç defa müracaat etti ve nihayet farz namaz sayısı beşte karar buldu. Bir münadi: “Ben farz kıldığım şeyi gerçekleştirdim, kullarıma da (yüklerini) hafiflettim” diye seslendi.
Bu gecede Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– cennete girdirildi. Orada inciden çadırlar bulunduğunu, toprağının miskten olduğunu gördü. Daha sonra Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem– semavâttan indi, sabahın alaca karanlığında Mekke’ye geri döndü ve orada sabah namazını edâ etti.

Hicret:

“Peygamber’e –sallallahu aleyhi ve sellem– beş vakit namaz farz kılındı. Mekke’de üç yıl (beş vakit) namaz kıldı. Daha sonra da Medine’ye hicret etmekle emrolundu.”
Daha önce Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– dört rek’atlik farzları Medine’ye hicret edinceye kadar ikişer rek’at olarak kılardı. Bu iki rek’at seferde öylece kaldı, fakat ikamet halinde kılınan namaza fazla rek’atler ilâve edildi.
Yüce Allah peygamberi Muhammed’e –sallallahu aleyhi ve sellem– Medine’ye hicret etmesini emretti. Çünkü Mekke’liler davetini ayakta tutmasını engelliyorlardı. Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem–, peygamber olarak gönderilişinin onüçüncü yılı Rabîul-evvel ayında vahyin ilk yeri, Allah’ın ve Rasûlünün en çok sevdiği belde olan Mekke’den, Medine’ye muhâcir olarak gelmiş oldu. Allah Rasûlü onüç yıl Mekke’de Rabbinin risaletini tebliğ edip insanları basiret üzere O’nun yoluna davet ettiği halde, Kureyş’in çoğunluğundan ve onların ileri gelenlerinden davetinin reddedilmesi, ondan yüz çevirmek, Allah Rasûlüne ve ona iman edenlere pek ağır eziyet ve işkenceler dışında hiçbir karşılık bulamadığı onüç yıllık bir zaman kaldıktan sonra, Rabbinin izniyle Mekke’den muhacir olarak ayrıldı.
Mekke’lilerin iman edenlere yaptıkları sonunda, Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– öldürülmesi için bir suikast planı hazırlayıp, uygulamak noktasına kadar gelmişti.
Şöyle ki onların ileri gelenleri Daru’n-Nedve’de toplanmış ve ashabının Medine’ye hicret etmekte olduğunu görmeleri üzerine Rasûlullah’a ne yapacakları konusunda görüş alışverişine koyulmuşlardı. Çünkü onun da mutlaka oraya gideceğini ve artık kendi çocuklarını ve hanımlarını korudukları şekilde onu da koruyacaklarına dair bey’at edip, söz veren ensarın, mutlaka ona yardım ve destek vereceğine kesinlikle inanmışlardı.
Allah’ın düşmanı Ebu Cehil dedi ki: “Uygun olan şu ki; her kabileden güçlü, kuvvetli bir genç bulalım ve onların her birisine keskin bir kılıç verelim. Sonra da bunlar Muhammed’e bir elden hücum ederek, onu öldürsünler. Böylelikle biz ondan kurtulmuş oluruz. Bu suretle onun öldürülmesinin sorumluluğu bütün kabileler arasında paylaşılmış olur. Dolayısıyla Abd-i Menaf oğulları –Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– aşireti– kendi kavimlerini teşkil eden bütün kabilelere karşı savaşamayacaklardır. Bu durumda diyet almaya razı olacaklar, biz de onlara diyet veririz.”
Yüce Allah müşriklerin ne yapmak istediklerini peygamberine bildirdi ve ona hicret etmek için izin verdi. Ebû Bekr –radıyallahu anh– de daha önceden Medine’ye hicret etmek üzere hazırlanmış bulunuyordu. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– ise kendisine: “Acele etme, çünkü yüce Allah’ın hicret için bana izin vereceğini umarım” demişti. Bunun üzerine Ebû Bekr –radıyallahu anh– de, Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– ile birlikte hicret etmek maksadıyla hicretini ertelemişti.
Âişe –radıyallahu anhâ– dedi ki: Bizler günün ortasında öğle sıcağında Ebû Bekr’in evinde bulunuyorken, bir baktık; Allah Rasûlü yüzünü örtmüş olduğu halde kapının ağzında duruveriyor. Ebû Bekr: “Babam, anam ona feda olsun. Allah’a yemin ederim, bu saatte ancak önemli bir iş için gelmiş olmalıdır” dedi. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– girdi ve Ebû Bekr’e: “Yanında bulunanları dışarı çıkart” buyurdu. O da: “Anam, babam sana feda olsun. Bunlar senin ehlindir” dedi. Bunun üzerine Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurdu: “Yüce Allah bana (Mekke’den) çıkma iznini verdi.” Ebû Bekr: “Ben de seninle beraber olacak mıyım, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sorunca, Peygamber: “Evet” dedi. “Ey Allah’ın Rasûlü, o halde benim şu iki devemden birisini al” dedi. Peygamber: “Parasıyla” diye buyurdu ve sonra Allah Rasûlü ile Ebû Bekr birlikte çıktılar. Sevr dağındaki mağarada üç gün kaldılar. Ebû Bekr’in oğlu Abdullah da onların yanında kalıyordu. Abdullah zeki ve uyanık bir gençti. Gecenin son saatlerinde Mekke’ye gider ve Kureyş’liler arasında sabahı ederdi. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– ve beraberindeki arkadaşı ile ilgili duyduğu haberleri iyice beller ve sonra da karanlığın bastırdığı bir vakitte duyduklarını gider onlara iletirdi.
Kureyş’liler Peygamber’i –sallallahu aleyhi ve sellem– her tarafta aramaya koyuldular. Peygamber’e –sallallahu aleyhi ve sellem– yetişmek için her yola başvurdular. Sonunda her ikisini ya da onlardan birisini getirecek olana yüz deve ödül koydular. Ancak Allah onlarla beraberdi, inayetiyle onları koruyor ve onları himaye ediyordu. Nihayet Kureyş mağaranın kapısına kadar gelip dayandıkları halde onları göremediler. Ebû Bekr –radıyallahu anh– dedi ki: “Bizler mağarada bulunuyor iken Peygambere: “Onlardan birisi ayak uçlarına bakacak olursa, şüphesiz bizi görecektir” dedim, o da şöyle buyurdu: “Üzülme, muhakkak Allah bizimle beraberdir. Üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında ne düşünürsün, ey Ebû Bekr?” dedi.
Nihayet onların takiplerinin ardı arkası bir parça kesilince, üç gün sonra sahil yolunu takip ederek Medine’ye doğru gitmek üzere mağaradan çıktılar.
Medine’de bulunan muhacir ve ensar Rasûlullah’ın –sallallahu aleyhi ve sellem– kendilerine gelmek üzere yola koyulduğunu haber alınca, hergün sabahleyin (Medine dışındaki kara taşlık olan) el-Harre denilen yere çıkıyorlar ve Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem– ile arkadaşının gelişini bekliyorlardı. Bu bekleyişleri güneş sıcağı bastırıncaya kadar devam ediyordu. Rasûlullah’ın –sallallahu aleyhi ve sellem– Medine’ye geldiği gün güneşin yükseldiği ve sıcağın arttığı bir sırada Medine’liler evlerine dönmüş bulunuyorlardı. O sırada yahudilerden bir adam Medine’nin burçlarından birisine ihtiyacı sebebiyle çıkmış, bir yerlere bakıyordu. Rasûlullah’ın –sallallahu aleyhi ve sellem– ve arkadaşının serabın arkalarından kendilerini sürüklediğini ve gelmekte olduklarını görünce, sesinin çıkabildiği kadar şöylece seslenmekten kendisini alıkoyamadı: “Ey Arablar! İşte sizin nasibiniz, sizin beklediğiniz gücünüz, şan ve şerefiniz geliyor.”
Müslümanlar Rasûlullah’ı –sallallahu aleyhi ve sellem– karşılamak üzere harekete geçtiler. Allah Rasûlünü ta’zim ve ona saygılarını ifade etmek, onun uğrunda cihad etmeye, onu savunmaya hazır olduklarını bildirmek üzere de silahlarını aldılar. el-Harre’nin dış taraflarında onu karşıladılar. Peygamber onlarla birlikte sağ tarafa doğru yol aldı ve Kuba’da Amr b. Avf Oğulları nezdinde konakladı. Orada birkaç gece kaldı ve Kuba mescidini inşa etti.
Beraberindekilerle daha sonra Medine’ye gitmek üzere yola koyuldu. Diğerleri ise yollarda onu karşılıyorlardı. Ebû Bekr –radıyallahu anh– dedi ki: Biz Medine’ye vardığımızda insanlar yola çıktılar, gençler ve hizmetçiler de evlerin damlarında hep birlikte ‘Allahu Ekber Rasûlullah geldi, Allahu Ekber Muhammed geldi’ diye bağırıyorlardı.”
“Hicret: Şirk diyarından, İslâm ülkesine geçmektir. Şirk diyarından, İslâm ülkesine hicret etmek bu ümmet üzerine bir farzdır ve kıyametin kopacağı vakte kadar bu farz kalmaya devam edecektir.”
Hicret, sözlükte terk etmek demek olan “hecr”den alınmıştır.
Şer’î bir terim olarak hicret müellif -Rahmetullahi Aleyh-’in dediği gibi: “Şirk diyarından İslâm ülkesine geçmektir.”
Şirk diyarı, küfrün belirgin esasları uygulanırken, İslâm’ın ezan, cemaatle namaz, genel kapsamlı bir şekilde bayramların ve cuma namazlarının kılınması gibi İslâmî şeâirin uygulanamadığı yerler demektir. Genel ve kapsamlı bir şekilde dememizin sebebi bu şeâirin müslüman azınlıkların bulunduğu kâfir ülkelerinde dar çerçevede uygulanmasının kapsam dışında kalması içindir. Çünkü bu gibi yerler, İslâm şeâirinin, müslüman azınlıklar tarafından uygulanmasıyla İslâm diyarı olmazlar. İslâm ülkesi bu gibi şeâirin genel ve kapsamlı bir şekilde uygulanabildiği yerler demektir.
İşte dinini açıkça uygulama imkânını bulamayan her bir mü’minin küfür diyarından hicret etmesi bir farzdır. Eğer hicret etmeksizin dinini açığa vurma imkânını bulamıyor ise hicret etmeden İslâm’ı tamam olmaz. Çünkü “kendisi olmaksızın vacibin tamam olmadığı her bir husus da vacibdir.”
“Buna delil de yüce Allah’ın şu buyruklarıdır: “Nefislerine zulmedenler olarak, canlarını alacağı kimselere melekler: ‘Ne işte idiniz?’ derler. Onlar: ‘Biz yeryüzünde aciz kalan kimselerdik’ derler. ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de orada hicret edeydiniz’ derler. İşte onların durakları cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir. Ancak çare bulamayan, yol bulamayan erkek, kadın ve çocuklardan aciz kalmış olanlar müstesnâ. İşte böylelerini Allah umulur ki affeder. Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (en-Nisâ, 4/97-99); “Ey benim iman eden kullarım! Şüphesiz ki arzım geniştir, o halde yalnız Bana ibadet edin.” (Ankebut: 29/56)
Bu âyet-i kerîme (en-Nisâ, 4/97) hicrete güç yetirmekle birlikte, hicret etmeyen bu gibi kimseleri melekler canlarını alınca, onları azarlayacaklarına ve onlara: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Niye orada hicret etmediniz?” diyeceklerine delildir.
Hicret etmeye gücü yetmeyen mustaz’af (aciz kalmış) kimseleri ise hicrete güç yetiremedikleri için yüce Allah affetmiştir. Esasen Allah hiçbir kimseye takatinden fazlasını yüklemez.
“el-Begâvî (yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun) der ki: “Bu âyetin nüzul sebebi Mekke’de kalıp, hicret etmeyen müslümanlar hakkındadır. Yüce Allah onlara; “iman edenler” diye seslenmiştir.”
Göründüğü kadarıyla müellif -Allah Ona Rahmet Etsin- bu ifadeleri el-Begâvî’den –eğer tefsirinden nakletmiş ise– anlamı esas alarak nakletmiştir. Zira Begâvî’nin bu âyeti tefsir ederken kullandığı lafızlar aynı lafızlar değildir.
“Sünnet’ten hicrete delil de Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– şu buyruğudur: “Tevbe kesilinceye kadar hicret de kesilmez. Güneş de batı’dan doğmadıkça tevbe kesilmez.”
İşte bu vakit salih amelin artık sonunun geleceği bir zamandır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Rabbinin âyetlerinden biri geldiği gün daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez.” (el-En’âm, 6/158) Burada sözü edilen “âyetlerden birisi” nden kasıt ise güneşin batı’dan doğuşudur.

Küfür Diyarına Yolculuk Yapmanın Hükmü:

Burada tamamlayıcı bilgi olmak üzere küfür diyarına yolculuk yapmanın hükümlerinden söz etmemiz uygundur.
Küfür ülkesine yolculuk, ancak şu üç şartın bulunması halinde caiz olur:
1- İnsanın kendisi ile şüpheleri defedebileceği bir bilgiye sahip olması.
2- Kişiyi arzu ve şehvetlerinden alıkoyacak dindarlık ve takvâ bulunması.
3- Böyle bir şeye ihtiyaç duyması.
Şayet bu şartlar bir arada bulunmayacak olursa, bu husustaki fitne ya da fitne korkusu dolayısı ile küfür diyarına yolculuk caiz değildir. Ayrıca böyle bir yolculukta insan pek çok miktarda da mal harcamak zorunda kalır.
Şayet tedavi yahut kendi ülkesinde bulunmayan bir bilgi öğrenmek gibi bir ihtiyaç olur da belirttiğimiz şekilde kişide bilgi ve dindarlık bulunacak olursa, bunda bir sakınca yoktur.
Kâfirlerin ülkesinde seyahat maksadıyla yolculuk yapmaya gelince, böyle bir şey bir ihtiyaç değildir. Kişinin ahalisi İslâm’ın şiârlarına bağlı, İslâm ülkelerine gitme imkânı da vardır. Yüce Allah’a hamd olsun ki şu anda İslâm ülkelerinde bazı yerlerde seyahat edilebilecek yerler bulunmaktadır. Kişi böyle bir yere gidip tatilini orada geçirebilir.
Küfür diyarında ikamet etmeye gelince, bunun müslümanın dini, ahlakı, yaşayışı ve adabı için büyük bir tehlike teşkil ettiğinde şüphe yoktur. Biz de başkalarımız da oralarda kaldığı için sapan ve gittiklerinden başka türlü geri dönen kimseleri çok gördük. Bunlar fâsık kimseler olarak geri döndüler, hatta bazıları dinlerinden irtidad etmiş, kendi dinlerini de, diğer dinleri de –böyle bir durumdan Allah’a sığınırız– inkâr etmiş mürtedler olarak geri döndüler. Nihayet bunlar mutlak inkâra ve öncekileriyle de, sonrakileriyle dindarların tümü ile, din ile alaya kadar işi götürdüler. Bundan dolayı böyle bir şeye karşı korunmak ve bu gibi helâk edici alanlarda hevâyı ve bu gibi yerlere bağlılığı engelleyecek bir takım şartlar koymak gerekir. Hatta böyle bir şeyin yapılması kaçınılmazdır.
Buna göre küfür diyarında kalabilmek için mutlaka şu iki temel şartın bulunması gerekir:
Birinci şart: Orada kalacak olan kimsenin gerekli ilim, iman, dini üzere sebat etmek, sapmaktan ve eğri yollara gitmekten çekinmek açısından kendisini rahatlatacak şekilde güçlü bir azime sahip olarak dininden yana emin olması. Ayrıca kalbinde kâfirlere düşmanlığı ve buğzu saklı tutması, onları dost ve veli edinmekten, onları sevmekten uzak durması da gerekir. Çünkü onları veli edinmek, onları sevmek imana aykırıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a ve âhiret gününe inanan hiçbir kavmin Allah ve Rasûlü’ne karşı gelen kimselere sevgi beslediklerini göremezsin. İsterse bunlar babaları, oğulları, kardeşleri ya da soydaşları olsun.” (el-Mücadele, 58/22)
Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Yahudileri de, hristiyanları da veli (dost ve yönetici) ler edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin velileridirler. İçinizden kim onları veli edinirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. Kalblerinde hastalık bulunan kimselerin: ‘Devrin aleyhimize dönmesinden korkuyoruz’ diye aralarında koşuştuklarını görürsün. Olur ki Allah fetih nasib eder veya kendi katından bir emir verir de onlar da içlerinde gizlediklerine pişman olurlar.” (el-Mâide, 5/51-52)
Sahih hadîste de Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurduğu sabittir:
“Kim bir kavmi severse, o da onlardandır. Kişi sevdiğiyle beraberdir.”
Allah’ın düşmanlarını sevmek ise müslüman için en büyük tehlikelerdendir. Çünkü onları sevmek, onlara muvafakat etmeyi ve onlara tâbi olmayı gerektirir. Ya da en azından onların münkerlerine karşı tepki göstermemeyi gerektirir. Bundan dolayı Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem–: “Bir kavmi seven onlardandır” diye buyurmuştur.
İkinci Şart: Engelleyici herhangi bir husus olmaksızın İslâm’ın şeâirini uygulayabilecek şekilde dinini açıkça ortaya koyabilme imkânını bulması. Namaz kılmaktan; şâyet kendisiyle birlikte cemaatle namaz kılacak ve cumaları eda edecek kimseler varsa, namazları cemaatle ve cumaları eda etmekten alıkonulmamalıdır. Zekât vermesi, oruç tutması, haccetmesi ve dinin diğer şeâirini yerine getirmesinden alıkonulmamalıdır. Eğer bunları gerçekleştirme imkânı bulamıyor ise böyle bir durumda hicretin vücubu dolayısıyla orada ikamet etmesi caiz değildir.
el-Muğnî adlı eserde (IIX, 457’de) hicret bakımından insanların kısımlarından söz edilirken, şöyle denilmektedir:
“Birincisi hicretin kimler üzerine vacib olduğudur. Bunlar da hicret etmeye güç yetiren ve dinini açığa vurma imkânını bulamayan, kâfirlerle birlikte kalması halinde dininin farz hükümlerini uygulama imkânını bulamayan kimselerdir. Bu gibilerinin hicret etmeleri yüce Allah’ın şu buyruğu dolayısıyla vacib (farz)dır:
“Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler: ‘Ne işte idiniz?’ derler. Onlar: ‘Biz yeryüzünde aciz kalan kimselerdik’ derler. ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de orada hicret edeydiniz’ derler. İşte onların durakları cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir!” (en-Nisâ, 4/97)
Bu da vücuba delâlet eden ağır bir tehdittir. Çünkü güç yetiren kimseler için dininin emirlerini yerine getirmek bir farzdır. Hicret de bu farzın bir zorunluluğu ve tamamlayıcı unsurudur. Kendisi olmadan tamam olmayan bir husus da farz demektir.”
Bu iki şartın eksiksiz olarak bulunmasından sonra küfür diyarında kalmanın çeşitli kısımları söz konusudur:
1- Orada İslâmâ davet ve İslâm’ı teşvik etmek için kalmak. Bu bir çeşit cihaddır. Bunu yapabilenler için bu farz-ı kifaye’dir. Ancak davetin tahakkuk etmesi, daveti engelleyecek yahut davetin kabul edilmesini önleyecek kimselerin bulunmaması gerekir. Çünkü İslâmâ davet etmek dinin gereklerindendir, rasûllerin izlediği yol budur. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– de her zaman ve mekânda kendisinden tebliğ yapılmasını emretmiştir ve şöyle buyurmuştur: “Benden bir âyet dahi olsa tebliğ ediniz.”
2- Kâfirlerin durumlarını incelemek, bozuk akidelerini, bâtıl ibadetlerini, ahlâkî çözülüşlerini, anarşik yaşayışlarını öğrenmek maksadıyla ve insanları onlara aldanmaktan sakındırmak, onları beğenenlere de gerçek yüzlerini açıklamak üzere kalmak.
Bu maksatla kâfirler arasında kalmak da aynı şekilde bir çeşit cihaddır. Çünkü bunun sonucundan küfürden ve kâfirlerden sakındırmak ortaya çıkar ki bu, İslâma ve İslâm’ın yoluna teşviki de ihtiva eder. Çünkü küfrün bozukluğu İslâm’ın uygun ve elverişli oluşuna delildir. Nitekim “Eşyalar zıtlarıyla bilinirler” denilmiştir.
Fakat bu iş için bir şart vardır ki, o da kişinin bu maksadını daha büyük bir kötülüğe meydan vermeyecek şekilde gerçekleştirebilmesidir. Eğer durumlarının açıklanıp yayılması ve bu hallerinden sakındırması, engellenmek dolayısıyla maksadı gerçekleşmiyor ise, o takdirde bu kimsenin orada kalmasında bir fayda yoktur. Eğer onun maksadı meselâ yaptıklarına karşılık İslâm’â, İslâm’ın yüce Rasûlüne, müslümanların önderlerine sövmek gibi büyük bir kötülükle beraber gerçekleşebiliyor ise, o takdirde bu işten uzak durmak gerekir. Çünkü yüce Allah: “Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyiniz, onlar da Allah’a bilgisizce söverler. İşte Biz böylece her ümmete yaptıklarını süsledik. Nihayet dönüşleri yalnız Rablerinedir. O da kendilerine yaptıklarını haber verecektir.” (el-En’âm, 6/108) diye buyurmaktadır.
Müslümanlara casusluk maksadıyla küfür diyarında kalmak da buna benzemektedir. Çünkü böyle bir kimse onların müslümanlar için hazırladıkları tuzakları öğrenir ve müslümanların onlardan sakınmalarını, tedbirlerini almalarını sağlar. Nitekim Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– Hendek gazvesinde müşriklerin halini öğrenmek üzere Huzeyfe b. el-Yeman’ı müşriklerin yanına göndermişti.
3- Müslüman devletin ihtiyacı ve kâfir bir devlet ile ilişkilerini düzenlemek için kalmak. Elçilik görevleri gibi. Böyle bir kalışın hükmü, maksadının hükmü gibidir. Meselâ, kültür ateşesi, öğrencilerin işlerini görmek, onların İslâm dinine, ahlâk ve âdâbına bağlı kalmalarını sağlamak maksadı ile kalır. Onun orada kalması sayesinde pek büyük bir maslahat gerçekleştiği gibi, pek büyük bir kötülük de bertaraf edilmiş olur.
4- Ticaret ve tedavi gibi, mübah olan özel bir ihtiyacı dolayısıyla orada kalmak. İhtiyacı kadar orada kalması mübah olur. İlim ehli kâfirlerin diyarına ticaret maksadıyla girmenin caiz olduğunu açıkça belirttikleri gibi, bunu kimi sahabilerden de rivayet olarak nakletmişlerdir.
5- Öğrenim maksadıyla kalmak. Bu da az önce sözü edilen bir ihtiyaç dolayısıyla kalmak kabilindendir. Ancak bu ondan daha tehlikelidir, kalanın din ve ahlâkını daha bir yaralayıcıdır. Çünkü öğrenci olan, mertebe itibariyle kendisinin aşağıda, hocalarının da daha yukarıda olduğunu hisseder. Bunun neticesinde onları ta’zim eder, onların görüşlerinin, düşünce ve yaşayışlarının doğruluğuna kanaat getirir. Sonunda onları taklide kadar gider. Allah’ın korumayı dilediği pek az kimseler müstesnâ. Diğer taraftan öğrenci hocasına ihtiyaç duyar. Bu da ona sevgi duymaya ve onun sapıklık ve sapkınlığında ona müdahalede bulunmamasına sebeb teşkil eder. Öğrenci, öğrenim gördüğü yerde arkadaşlar edinir. Aralarından samimî olanları da olur. Onları sever, onları veli edinir, onlardan bir şeyler de kazanır.
İşte bu hususların tehlikesinden ötürü daha önce sözü edilenden çok korunmak, dikkat ve özen göstermek gerekir. O bakımdan bu maksatla küfür diyarında kalmada daha önce aranan iki temel şarta ek olarak daha başka bir takım şartlar da aranır:
a) Öğrencinin, kendisi vasıtasıyla, faydalıyı zararlıdan ayırdedebileceği ve uzak geleceğe bakabileceği oldukça ileri derecede aklî olgunluk seviyesine erişmiş olması. Küçük yaşta taze gençlerin ve küçük akıllıların gönderilmesi ise onların dinleri, ahlâk ve yaşayışları için büyük bir tehlikedir. Ayrıca bu geri dönecekleri ve o kâfirlerden aldıkları zehirleri bünyelerine üfleyecekleri ümmetleri için de, toplumları için de bir tehlikedir. Nitekim vâkıa buna tanıklık etmektedir. Bu gibi öğrencilerin pek çoğu gittiklerinden başka türlü geri dönmüşlerdir. Dinlerinde, ahlâk ve yaşayışlarında sapıtarak geri gelmişlerdir. Hem kendilerine, hem de toplumlarına bu hususta bilinen ve tanık olunan zararlar ortaya çıkmıştır. Böylelerini öğrenim maksadıyla göndermek, ancak koyunları saldırgan köpeklere takdim etmeye benzer.
b) İkinci olarak öğrencinin hak ile batılı birbirinden ayırdedebileceği, batıla karşı hak ile mücadele verebilecek kadar şer’î bir bilgiye sahip olması gerekir. Ta ki onların üzerinde oldukları batıla aldanarak onu hak zannetmesin. Yahut hak ile batıl onun için içinden çıkılamayacak karışık bir hal almasın ya da batılı bertaraf etmekten acze düşmesin. Aksi takdirde şaşırır, kalır ya da batıla uyar.
Yaptığı rivayet edilen duada Peygamber şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ım bana hakkı hak olarak göster ve bana ona tâbi olmayı nasib kıl. Batılı da batıl olarak göster ve ondan uzak durmayı nasib kıl. Sen bana hakkı içinden çıkılamaz, anlaşılamaz bir hale getirme, o takdirde saparım.”
c) Üçüncü şart, öğrencinin küfre ve fasıklığa karşı kendisini koruyup himaye edebilecek bir dindarlığa sahip olması gerekir. Dindarlığı zayıf bir kimse yüce Allah’ın dilemesi müstesnâ orada kalmakla kötülüklerden kendisini koruyamaz. Buna sebep ise hücumların kuvvetli, direncin zayıflığıdır. Küfür ve fasıklığın oralarda sebebi güçlü ve çok çeşitlidir. Direnci zayıf bir noktaya tesadüf ederse, etkisini gösterir.
d) Kendisi sebebiyle orada kalacağı ilme ihtiyaç duyulması. Şöyle ki; onun o ilmi öğrenmesi, müslümanlar için bir maslahat olmalı ve müslüman ülkelerdeki okullarda onun benzeri bulunmamalıdır. Şâyet müslümanların maslahatına olmayan ya da İslâm diyarındaki okullarda benzeri bulunan fuzûlî bir bilgi ise böyle bir bilgi için küfür diyarında kalmak caiz olmaz. Çünkü bu tür kalış din ve ahlâk için bir tehlikedir ve faydasız yere pek çok malın zayi edilmesi söz konusudur.
6- Orada iskân maksadıyla ikamet etmek. Bu ise öncekinden daha tehlikelidir ve daha büyük bir iştir. Çünkü bunun doğurduğu kötülükler pek çoktur. Zira kâfirlerle tam anlamıyla içiçedir. Vatandaşlığın gereği olan sevgi, onlara karşı sevgi besleme gibi hususlara bağlı bir vatandaş olduğu duygusu, kâfirlerin sayısını arttırmak, kendisinin çoluk ve çocuğunun da kâfirlerle birlikte yetişmesi ve eğitim görmesi gibi. Böylelikle onlar da kâfirlerin ahlâk ve geleneklerini alırlar. Hatta akide ve ibadetlerinde dahi onları taklid edecek hale gelebilirler.
Bundan dolayı Peygamber’den –sallallahu aleyhi ve sellem– nakledilen Hadîs-i şerifte şöyle buyurulduğu kaydedilmektedir:
“Kim müşrikle birlikte olur ve onunla beraber kalırsa, onun gibidir.” (Yani onların evlerini yanyana kurmaları olacak şey değildir.)
Bu hadîs sened itibariyle zayıf olsa bile, vâkıanın incelenmesi açısından izahı mümkündür. Çünkü kâfirlerle beraber yerleşip kalmak şeklen onlar gibi olmayı gerektirir. Kays b. Ebi Hâzim’den, onun da Cerîr b. Abdullah’tan –radıyallahu anh– rivayetine göre Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmuştur:
“Ben müşrikler arasında ikamet eden ne kadar müslüman varsa ondan beriyim.”
“Ey Allah’ın Rasûlü! Neden?” diye sordular. Şöyle buyurdu:
“Onların ateşleri birbirini görmez.” Yani onların evlerini yanyana kurmaları olacak şey değildir.
Bu hadisi Ebû Davud ve Tirmizî rivayet etmiştir. Ravîlerinin çoğunluğu onun mürsel olarak Kays b. Ebi Hâzim’den, o Peygamber’den diye rivayet etmişlerdir. Tirmizî dedi ki: “Ben Muhammed’i (Buharî’yi kastediyor) şöyle derken dinledim: “Sahih olan Kays’ın, Peygamber’den –sallallahu aleyhi ve sellem– diye yaptığı rivayetin mürsel olduğu şeklindedir.”
Hem küfrün şeâirinin ilân edildiği, hükmün Allah’tan ve Rasûlünden başkasının hakkı görüldüğü kâfirler diyarında mü’min bir kimse, gönül hoşluğuyla nasıl kalabilir? O bunları gözleriyle görüp kulaklarıyla işitirken böyle bir şeye nasıl razı olabilir? Hatta böyle bir ülkeye nasıl müntesib olabilir? Çoluk çocuğuyla orada kalır ve müslümanların topraklarında huzur içinde yaşadığı gibi, huzur duyabilir? Üstelik böyle bir kalışın onun için, çoluk çocuğu için, din ve ahlâkları açısından da pek büyük bir tehlike vardır.
Kâfirlerin ülkelerinde kalmanın hükmüyle ilgili bizim ulaşabildiğimiz sonuçlar bunlardır. Yüce Allah’tan bunların hakka ve doğruya uygun olmalarını ümid ederiz.

Medine’de Farz Kılınan Şeyler:

“Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– Medine’de yerleştikten sonra zekât, namaz, hac, cihad, ezan, ma’ruf’u emretmek, münkerden alıkoymak ve benzeri İslâm’ın diğer şer’î hükümlerini emretti.”
Müellif –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– diyor ki: Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– Medine-i Münevvere’de yerleştikten sonra İslâm’ın diğer şer’î hükümlerini emir buyurdu. Çünkü o Mekke’de iken yaklaşık on yıl kadar bir süre tevhide davet etti. Bundan sonra yine Mekke’de ona beş vakit namaz farz kılındı. Daha sonra Medine’ye hicret ettiğinde henüz kendisine zekât, oruç, hac ve bunların dışında İslâm’ın diğer şeâiri farz kılınmamıştı. müellifin -Allah Ona Rahmet Etsin- ifadelerinden anlaşıldığına göre zekât hem aslî bir hüküm olarak, hem de onun tafsili hükümleri Medine’de farz kılınmıştır. Bazı ilim adamlarının kanaatine göre ise zekât önce Mekke’de farz kılınmıştır. Fakat nisabları takdir edilmemişti. Bu nisablardaki farz olan miktar da belirtilmemişti. Medine’de ise zekât nisabları ve bu nisablardan verilmesi gereken miktarlar takdir edildi. Bu görüşün sahibi olanlar Mekkî bir takım surelerde zekâtı farz kılan bazı âyetlerin yer almış olduğunu delil gösterirler. el-En’âm sûresinde yer alan yüce Allah’ın: “Biçildikleri günde haklarını verin” (el-En’âm, 6/141) buyruğu ile; “Onlar ki mallarında bilinen bir hak vardır. Dilenene ve yoksula” (el-Mearic, 70/24-25) buyruğu buna örnektir.
Durum her ne ise zekâtın nihaî halini alması, nisabların tesbiti ve bu nisablardan ödenmesi gereken miktar ile zekâttaki hak sahiplerinin açıklanması Medine’de olmuştur.
Ezan ve Cuma da böyledir. Görüldüğü kadarıyla cemaatle namaz kılmak da ancak Medine’de farz kılınmıştır. Çünkü cemaate davetin söz konusu olduğu ezan hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Zekât ve oruç da hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Hacca gelince, o -ilim adamlarının görüşleri arasında tercihe değer görüşe göre- ancak hicri dokuzuncu yılda farz kılınmıştır. Bu da Mekke’nin hicretin sekizinci yılında fethedilerek bir Dar-ı İslâm olmasından sonradır.
İyiliği emredip, münkerden alıkoymak ve açıktan yerine getirilmesi gereken diğer şeâirin hepsi de Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– Medine’de otoriteyi ele geçirip orada İslâm devletini kurmasından sonra farz kılınmışlardır.

Rasulullah (s.a.v.) Vefat Etmiştir:

“Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– bu şekilde on yıl geçirdi. Ondan sonra da vefat etti. Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun.”
Peygamber hicretinden sonra bu şekilde on yıl devam etti. Yüce Allah onunla dini ve mü’minler üzerine nimetini tamamladıktan sonra, kendi komşuluğuna ve peygamberlerin, sıddîkların, şehidlerin, salihlerin bulunduğu en yüce dostlar arasına katılmak için seçti.
Peygamber (Allah’ın salât ve selâmları üzerine olsun) Safer ayının sonları ile Rabîul evvel ayının başlarında hastalandı. Başını bağlamış olarak müslümanların arasına, minbere çıktı. Şehadet getirdikten sonra Uhud’da öldürülen şehidlere mağfiret getirdi ve sonra şöyle buyurdu:
“Allah kullarından bir kulu dünya ile nezdinde bulunanları tercih etmek arasında serbest bıraktı, o da Allah’ın nezdinde olanları tercih etti.”
Ebû Bekr –radıyallahu anh– onun bu sözlerinin ne anlama geldiğini bildiğinden ağladı ve: Anam, babam sana feda olsun. Hepimizin anası, babası, çocukları, canı, malı sana feda olsun. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurdu: “Yavaş ol ey Ebû Bekr” sonra sözlerini şöyle sürdürdü: “Şüphesiz ki arkadaşlığı ve malı hususunda insanlar arasında beni en çok minnet altında bulunduran kişi Ebû Bekr’dir. Şâyet Rabbimden başkasını Halil edinecek olsaydım, şüphesiz Ebû Bekr’i edinirdim, fakat İslâm’ın dostluğu ve sevgisi (bizi birbirimize) bağlayıcıdır.”
Ebû Bekr’e –radıyallahu anh– insanlara namaz kıldırmasını emretti. Hicri onbirinci yılın Rabîul evvel ayının on iki ya da on üçüncü gününde yüce Allah onu kendine yakın olacağı komşuluğu için seçti. Ölüm halleri onda görülmeye başlayınca, elini yakınında bulunan bir suya sokuyor, yüzüne sürüyor ve şöyle diyordu: “Lâ ilâhe illallah. Şüphesiz ki ölümün (çok ağır) sekerâtı vardır.” Daha sonra gözü semaya doğru dikildi ve: “Allah’ım o (er-Rafîku’l-A’la) en yüce dost(lar) arasında (olmak) istiyorum” dedi. O gün vefat etti.
Bundan dolâyı insanlar arasında büyük bir çalkantı oldu. Haksız da değillerdi. Nihayet Ebû Bekr –radıyallahu anh– geldi, minbere çıktı. Yüce Allah’a hamd-u senâda bulundu, sonra şunları söyledi:
“İmdi, kim Muhammed’e ibadet ediyor idiyse, şüphesiz ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a ibadet ediyor ise muhakkak Allah Hayy’dır, asla ölmez. Daha sonra:
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir, eğer o ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üstünde (dininizden) geriye mi döneceksiniz?” (Al-i İmrân, 3/144)
“Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir” (ez-Zümer, 39/30) buyruklarını okudu.
Bu sefer ağlama sesleri daha da hızlandı, Allah Rasûlünün vefat ettiğini kesinlikle öğrenmiş oldular.
Peygamber –Allah’ın salât ve selâmları üzerine olsun– ona bir ikram olmak üzere elbiselerinde olduğu halde gasledildi. Sonra da Sahûlî diye bilinen bir kumaştan üç kumaş parçası ile kefenlendi. Onun bu kefenlerinde ayrıca gömlek ve sarık yoktu. İmamsız olarak insanlar bölük bölük onun namazını kıldılar. Daha sonra arkasından gelecek halifenin bey’ati tamamlanmasının akabinde çarşamba gecesi defnedildi. Şanı yüce Rabbimizin en faziletli ve en mükemmel salât ve selâmları üzerine olsun.

Rasulullah’ın Dini Bakidir:

“Onun dini bâkîdir. İşte O’nun dini budur. Ne kadar hayır varsa mutlaka ümmete onu göstermiştir, ne kadar kötülük varsa mutlaka da o kötülükten ümmeti sakındırmıştır. Gösterdiği hayır: Tevhid ve Allah’ın sevip, razı olduğu her şeydir. Sakındırdığı kötülük ise şirk ve yüce Allah’ın hoşlanmayıp kabul etmediği her şeydir. Allah onu bütün insanlara peygamber olarak göndermiş, cinlere de, insanlara da hepsine ona itaatı farz kılmıştır. Buna delil de yüce Allah’ın: “De ki: Ey İnsanlar! Şüphesiz ben… Allah’ın size, hepinize gönderdiği peygamberiyim.” (el-A’râf 7/158) buyruğudur.”
Allah onu bütün insanlara peygamber olarak göndermiştir.
Bu âyet-i kerîme de Muhammed’in Allah’ın bütün insanlara gönderdiği Rasûlü olduğuna delildir. Göklerin ve yerin mülk ve egemenliği onu peygamber olarak gönderenindir. Diriltmek, öldürmek O’nun elindedir. Rubûbiyyetinde bir ve tek olan O olduğu gibi, ulûhiyyetinde de bir ve tek olan O’dur.
Daha sonra yüce Allah bu âyet-i kerîmenin sonunda ümmi olan bu Peygamber’e iman etmemizi, ona tâbi olmamızı emretmektedir. İşte ilmî ve amelî olarak hidayetin sebebi ve yolu budur. Bu hem irşad ile husule gelen hidayettir, hem ilâhî tevfık ile gerçekleşen bir hidayettir. O bütün Sekaleyn’e yani cinlere ve insanlara gönderilmiş Allah’ın Rasûlüdür. Cin ve insanlara bu ismin veriliş sebebi ise sayılarının çokluğudur.
“Yüce Allah onun peygamberliği ile bu dini tamamlamıştır. Buna delil de yüce Allah’ın: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğenip, seçtim.” (el-Mâide, 5/3) buyruğudur.”
Yani O’nun dini kıyamete kadar baki kalacaktır. Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem– ümmete bütün hususlarda gerek duyacağı her bir şeyi açıklamadan vefat etmedi. Öyle ki Ebû Zerr –radıyallahu anh– şöyle demiştir: “Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– bizlere hakkında bilgi vermediği, semâda kanat çırpan tek bir kuş dahi bırakmadı.” Müşriklerden birisi de Selman-ı Farisî’ye şöyle demiştir: “Peygamberiniz size def-i hacete varıncaya kadar her şeyi öğretti. O da şöyle buyurdu: “Evet, o bize büyük ya da küçük abdest bozarken kıbleye dönmemeyi, üç taştan daha aşağısı ile ya da sağ elimizle yahut hayvan tersi ya da kemikle istinca edip temizlenmeyi de yasakladı.”
O halde Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– ya sözüyle, ya davranışıyla ya da ikrarı ile kimi zaman kendisi, kimi zaman da sorulan bir soruya cevap olmak üzere dini bütünüyle açıklamıştır. Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– açıklık getirdiği hususların en büyüğü ise tevhiddir.
Onun emrettiği her bir şey dünyasında da, âhiretinde de bu ümmet için bir hayırdır. Yasakladığı her bir husus da dünyada da, âhirette de bu ümmet için bir şerdir.
Bazı kimselerin bilmeyip, emir ve nehy hususunda bir darlık olduğunu iddia ettikleri hususlara gelince, bunun asıl sebebi sağlıklı bir basiretin olmayışı, az sabır ve zayıf bir din bağlılığıdır. Yoksa genel kaideye göre yüce Allah bizim için dinde bir zorluk kılmamıştır, dinin tamamıyla kolaylık olduğu şeklindedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah size kolaylık diler, güçlük istemez.” (el-Bakara, 2/185)
“Dinde size güçlük vermedi.” (el-Hacc, 22/78)
“Allah size güçlük çıkarmak istemez.” (el-Maide, 5/6)
Nimetinin eksiksizliği ve dinini kemale erdirdiği için yüce Allah’a hamd-u senâlar olsun.
“Rasûlullah’ın-sallallahu aleyhi ve sellem- vefat ettiğinin delili ise yüce Allah’ın: “Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir. Sonra muhakkak sizler kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda muhâkeme olunacaksınız.” (ez-Zümer, 39/30-31) buyruğudur.”
Bu âyet-i kerîmede Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– ve kendilerine peygamber olarak gönderildiği kimselerin mutlaka ölecekleri, Kıyamet gününde yüce Allah’ın huzurunda muhâkeme olunacakları bildirilmektedir. Yüce Allah da aralarında hak ile hüküm verecektir ve Allah mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla bir yol vermeyecektir.

Öldükten Sonra Dirilme Haktır:

“İnsanlar öldükten sonra diriltileceklerdir. Buna delil de yüce Allah’ın şu buyruklarıdır:
“Biz sizi ordan yarattık. Oraya iâde ederiz. Bir kere daha yine oradan çıkarırız.” (Tâ-hâ, 20/17)
“Ve Allah sizi yerden bir bitki gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya iâde edecek ve sizi bir defa daha çıkaracak.” (Nuh, 71/17-18)”
Müellif -Allah’ın Rahmeti üzerine Olsun- bu ifadelerle insanın öldükten sonra diriltileceklerini açıklamaktadır. Yüce Allah amellerinin karşılığını vermek üzere ölümlerinden sonra insanları diriltecektir. İşte peygamberler göndermenin sonucu da budur. İnsan bugün için, yani öldükten sonra diriliş, amel defterlerinin veriliş günü için amelde bulunmalıdırlar. Yüce Allah bugünün halleri ve dehşetlerinden kalbi yüce Allah’a döndürecek ve bugünden korkmasını sağlayacak şekilde söz etmiş bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Eğer siz küfür ve inkâr ederseniz, çocukların saçlarını ağartacak bir günden kendinizi nasıl koruyacaksınız? Gök bile o sebeble yarılmış, O’nun va’di yerine getirilmiş olacaktır.” (el-Müzzemmil, 73/17-18)
Bu ifadeler de öldükten sonra dirilişe iman etmeye işaret vardır ve müellif -Allah Ona Rahmet Etsin- buna iki âyet-i kerîmeyi delil göstermektedir. Bunlardan birincisinde yüce Allah Adem’i-aleyhi’s-selam- ilk yarattığında topraktan yaratmış olduğuna işaret etmektedir. Tekrar oraya dönüşümüz ise ölümden sonra orada gömülmekle olur. Oradan çıkarılmamız da kıyamet günü öldükten sonra dirilişle gerçekleşecektir.
Şu: “Biz sizi ordan yarattık, oraya iâde ederiz. Bir kere daha sizi yine oradan çıkarırız.” (Tâ-hâ, 20/55) âyet-i kerîmesi ile kendisinden sonra zikredilen âyet-i kerîmeler arasında tam anlamıyla bir uyum vardır.
Bu anlamdaki âyet-i kerîmeler gerçekten çoktur. Yüce Allah öldükten sonra dirilişi Kitabında defalarca söz konusu etmiştir. Ta ki insanlar buna iman etsinler, imanları artsın. Bu pek büyük gün için amel etsinler. Biz yüce Allah’tan bizleri o gün için amelde bulunan ve o günde mutlu ve bahtiyar olan kimselerden kılmasını niyaz ederiz.
“Ba’s (diriliş)’dan sonra hesaba çekilecekler ve onlara amellerinin karşılığı verilecek. Buna delil de yüce Allah’ın: “Kötülük edenleri yaptıkları karşılığında cezalandırması, güzel amelde bulunanları da daha güzeli ile mükâfatlandırması içindir.” (en-Necm, 53/31) buyruğudur.”
Yani insanlar diriltildikten sonra amellerinin karşılıkları onlara verilecek ve amelleri dolayısıyla hesaba çekileceklerdir. Eğer hayır işlemişlerse, hayır görecekler. Eğer kötülük işlemişlerse, kötülükle karşılacaklardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyorsa, onu görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük yapıyorsa, onu görecektir.” (ez-Zilzâl, 99/7-8)
“Kıyamet gününe has adalet terazilerini koyarız. Kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz. (İyiliği) bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile Biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak Biz yeteriz.” (el-Enbiya, 21/47)
“İyilikle gelene bunun on misli vardır. Bir günah ile gelen de ancak onun misliyle cezalandırılır. Onlara zulmedilmez.” (el-En’âm, 6/160)
Buna göre bir iyilik on katından, yediyüz katına ve yüce Allah’ın lutfu ve kullarına bir ihsanı olmak üzere çok daha fazla katlarıyla da mükafatlandırılacaktır. Şanı yüce Allah önce salih amelde bulunmayı lutfetmiş, ikinci bir defa da onun karşılığını bunca geniş ve pek çok kat fazlasıyla vermekle lütufta bulunacaktır.
Kötü amele gelince, kötülüğün de karşılığı onun bir benzeri olacaktır. İnsan işlediği kötülükten fazlasıyla cezalandırılmayacaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bir günah ile gelen de ancak onun misli ile cezalandırılır. Onlara zulmedilmez.” (el-En’âm, 6/160)
İşte bu, yüce Allah’ın lütuf ve ihsânının kemalinin bir tecellisidir.
Daha sonra müellif -Allah’ın Rahmeti Üzerine Olsun- buna yüce Allah’ın: “(Bu) kötülük edenleri yaptıkları karşılığında cezalandırması, güzel amelde bulunanları da daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir.” (en-Necm, 53/31) buyruğunu delil göstermektedir. Yüce Allah iyilik işleyenler hakkında: “Daha güzeli ile” buyurduğu halde, kötülük işleyenler için “daha kötüsü ile” diye buyurmamıştır.
“Kim ba’sı (öldükten sonra dirilişi) yalanlarsa, o kişi kâfir olur. Buna delil de yüce Allah’ın: “O kâfir olanlar öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: ‘Hayır, Rabbim hakkı için elbette diriltileceksiniz. Sonra da işlediğiniz mutlaka size haber verilecektir. Hem bu, Allah’a göre pek kolaydır.” (et-Teğâbun, 64/7)”
Öldükten sonra dirilişi (ba’sı) yalanlayan bir kimse kâfir olur. Çünkü yüce Allah: “Onlar: ‘Bu (hayat) ancak dünya hayatımızdır. Biz diriltilecek de değiliz’ dediler. Sen Rablerinin huzurunda durdurulacakları zamanı bir görseydin. O: ‘Bu hak değil miymiş?’ diye buyuracak. Onlar da: ‘Rabbimize yemin olsun ki evet’ diyeceklerdir. O da: ‘Öyle ise küfre saptığınızdan dolayı azabı tadın’ buyuracak” (el-En’âm, 6/29-30) diye buyurmaktadır.
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Yalanlayanların o gün vay haline! Onlar ki o Din gününü yalan sayarlar. Halbuki onu haddi aşan ve çok günahkâr olan bir kimseden başkası yalanlamaz. Ona karşı âyetlerimiz okunduğunda: ‘Evvelkilerin efsaneleridir’ der. Hayır, aksine onların kazandıkları kalplerini örtmüştür. Hayır, muhakkak ki onlar o günde Rablerinden perdelenmiş olacaklardır. Sonra onlar hiç şüphesiz cehennemi boylayacaklardır. Sonra: ‘İşte bu sizin yalanlayageldiğiniz şeydir’ denilir.” (el-Mutaffifîn, 83/10-17)
“Fakat onlar kıyameti yalanladılar. Kıyameti yalanlayana da Biz şiddetli bir ateş hazırladık.” (el-Furkan, 25/11)
“Allah’ın âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenler var ya! Onlar Benim rahmetimden ümit kestiler ve onlar için çok acıklı bir azab da vardır.” (el-Ankebût, 29/23)
Merhum müellif de yüce Allah’ın: “O kâfir olanlar öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini iddia ettiler…” (et-Teğabun, 64/7) âyetini delil göstermiştir.
Bu inkârcıların aklî bakımdan ikna edilmeleri de aşağıdaki yollarla mümkündür:
1- Öldükten sonra diriliş hususu bütün peygamber ve rasûllerden, bütün ilâhî kitaplarla semavî şeriatlarda tevâtüren nakledile gelmiş, önder şahsiyetler bunu kabul ile karşılamıştır. Sizler herhangi bir filozoftan yahut bir prensip sahibi ya da düşünce sahibi kimseden gelen nakilleri tasdik edip doğrularken, bunu nasıl inkâr edersiniz? Halbuki sizin bu tasdik ettiğiniz haberler hiçbir şekilde ne nakil yolu itibariyle ne de gerçeğin tanıklığı açısından öldükten sonra dirilişe dair haberler seviyesine ulaşamamaktadır.
2- Öldükten sonra dirilişin mümkün oluşuna akıl tanıklık etmektedir. Bu da birkaç yolla gerçekleşmektedir:
a) Mevcut yaratıkların her birisinin daha önce yok olduğunu ve sonradan var olduğunu kimse inkâr etmemektedir. Önceleri olmayan bir şeyi yaratıp var eden bir kimsenin, onu tekrar iâde etmesi öncelikle söz konusudur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Yaratıkları ilkin yoktan var eden, sonra da onu tekrar iâde eden O’dur ve bu O’na göre daha kolaydır.” (er-Rûm, 30/27)
“İlk yaratmaya başladığımız gibi onu (yaratmayı) tekrar iâde ederiz. Biz bunu vaadedip, üzerimize almıştık. Şüphesiz yapanlar Bizleriz.” (el-Enbiyâ, 21/104)
b) Göklerin ve yerin –büyüklükleri ve sanatlarındaki harikulâdelik– dolasıyla yaratılışlarının azametini, büyüklüğünü hiç kimse inkâr etmemektedir. Bunları yaratan elbetteki insanları da yaratmaya ve onları tekrar iâde edip yeniden var etmeye kadirdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Göklerle yerin yaratılması andolsun ki insanların yaratılışından daha büyüktür.” (el-Mu’min, 40/57)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Peki, göklerle yeri yaratmış ve onları yaratmaktan dolayı yorulmamış olan Allah’ın ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet, muhakkak ki O, her şeye güç yetirendir.” (el-Ahkaf, 46/33)
Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
“Göklerle yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir? Evet (kadirdir) ve O biricik yaratandır. Her şeyi en iyi bilendir. O bir şeyi diledi mi ona emri sadece “ol” demesidir, o da oluverir.” (Yâsin, 36/81-82)
c) Basiret sahibi olan herkes yeryüzünün önceleri kupkuru, bitkisiz ölü bir vaziyette olduğunu görür. Üzerine yağmur yağdı mı hemen verimli hale gelir ve ölümden sonra bitkiler canlanıverir. Ölümünden sonra yeri diriltmeye kadir olan, elbette ki ölüleri de tekrar diriltmeye kadirdir. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onun âyetlerinden biri de yeri kupkuru görmendir. Biz üzerine suyu indirdiğimizde sarsılır ve kabarır, onu dirilten şüphesiz ki ölüleri de dirilticidir. Çünkü O, her şeye kadirdir.” (el-Fussilet, 41/39)
3- Gerek duyu organları, gerek vâkıa yüce Allah’ın bize haber vermiş olduğu ölülerin diriltilmesi olayları tekrar diriltmenin, mümkün olduğunu ortaya koymaktadır. Yüce Allah bu kabilden olmak üzere el-Bakara suresinde beş tane olaydan söz etmiş bulunmaktadır ki bunlardan sadece birisine yüce Allah’ın şu buyruğu işaret etmektedir:
“Yahut duvarları, çatıları üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan kimse gibisini (görmedin mi?) ‘Allah burasını ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?’ demişti. Allah da onu yüz yıl öldürmüş, sonra dirilterek: ‘Ne kadar kaldın?’ demişti. O da: ‘Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldım’ diye söylemişti. ‘Hayır, yüz yıl kaldın. İşte yiyeceğine ve içeceğine bir bak; hiç bozulmamış. Bir de merkebine bak. Biz seni insanlara bir alâmet kılalım diye böyle yaptık. Kemiklere de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz’ diye buyurdu. Durum kendisine apaçık belli olunca: ‘Biliyorum ki Allah her şeye kadirdir’ demişti.” (el-Bakara, 2/259)
4- Hikmet, ölümden sonra tekrar dirilişin olmasını gerektirmektedir. Böylelikle herkes kazandığının karşılığını görsün. Bu böyle olmasaydı, insanların yaratılışı boşuna olurdu. Bunun hiçbir değeri olmaz ve hiçbir hikmeti düşünülemezdi. İnsan ile diğer hayvanlar arasında bu dünya hayatında hiçbir fark olmazdı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Acaba siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve sizin Bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz? Melik ve Hak olan Allah’ın şanı yücedir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Şanı yüce Arşın Rabbi O’dur.” (el-Mu’minûn, 23/115)
“Muhakkak kıyamet saati gelecektir. Her nefis yaptığının karşılığını görsün diye vaktini gizli tutarım.” (Tâ-hâ, 20/15)
Bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onlar var güçleriyle: ‘Ölecek kimseyi Allah diriltmez’ diye Allah’a yemin ettiler. Hayır, öyle değil. Bu O’nun gerçekleştirmeyi üzerine aldığı hak bir vaaddir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Hakkında ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklasın, inkâr edenler de kendilerinin gerçekten yalancı kimseler olduklarını bilsinler diye. Bir şeyi dilediğimiz zaman sözümüz ona sadece ‘ol’ dememizden ibarettir. O da derhal oluverir.” (en-Nahl, 16/38-44);
“Kâfir olanlar öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: ‘Hayır, Rabbim hakkı için elbette diriltileceksiniz. Sonra da işlediğiniz mutlaka size haber verilecektir. Hem bu Allah’a göre pek kolaydır.” (et-Teğâbun, 64/7)
Öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere bu kesin deliller açıklandıktan sonra yine de inkârları üzerinde ısrar edecek olurlarsa onlar hakka karşı bile bile direnen inatçı kimselerdirler demektir. Zalimler nasıl bir yere döndürüleceklerini de pek yakında bileceklerdir.

Rasullerin Gönderiliş Geyesi:

“Allah bütün rasûlleri müjdeleyiciler ve korkutup, uyarıcılar olmak üzere göndermiştir. Buna delil de yüce Allah’ın: “Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın.” (en-Nisâ, 4/165) buyruğudur.”
Müellif -Allah Ona Rahmet Etsin- yüce Allah’ın bütün peygamberleri müjdeleyici ve uyarıp korkutucular olmak üzere gönderdiğini açıklamaktadır. Nitekim yüce Allah: “Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak” diye buyurmuştur ki kendilerine itaat edenlere cenneti müjdeliyorlar. Kendilerine muhalefet edenleri de cehennem ateşi ile korkutup uyarıyorlardı, demektir.
Peygamberler göndermenin pek büyük hikmetleri vardır. Bunların önemlilerinden birisi, daha doğrusu en önemlisi insanlara karşı delilin ortaya konulmasıdır. Ta ki peygamberlerin gönderilişinden sonra Allah’a karşı ileri sürecek herhangi bir bahaneleri kalmasın. Nitekim yüce Allah “... ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın.” (en-Nisâ, 4/165) diye buyurmaktadır.
Bir diğer hikmet de peygamber göndermenin yüce Allah’ın kulları üzerindeki nimetinin mükemmel ve eksiksiz oluşundan dolayıdır. İnsan aklı ne kadar ileri olursa olsun, yüce Allah’a karşı yerine getirilmesi gereken özel hakları tafsilatlı bir şekilde idrâk edemez ve yüce Allah’ın sahip olduğu kâmil sıfatlara muttali olamaz. Aynı şekilde yüce Allah’ın sahip olduğu güzel isimleri bilmesine de imkân yoktur. İşte bundan dolayı yüce Allah rasûlleri –hepsine salât ve selâm olsun– müjdeleyiciler, korkutup uyarıcılar olsunlar diye göndermiş; onlarla birlikte hakkında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda insanlar arasında hak ile hükmetsin diye de Kitabı indirmiştir.
İlk rasûl Nûh’dan –aleyhi’s-selâm– itibaren, sonuncuları Muhammed’e –sallallahu aleyhi ve sellem– kadar bütün rasûllerin kendisine davet ettikleri en büyük husus yüce Allah’ın şu buyruğunda belirtildiği üzere tevhiddir:
“Andolsun ki Biz her ümmet arasında: ‘Allah’a ibadet edin ve tâğûttan kaçının’ diye bir peygamber göndermişizdir.” (en-Nahl, 16/36)
Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin.” (el-Enbiya, 21/25)

İlk ve Son Rasul:

“Rasûllerin ilki Nûh –aleyhi’s-selâm–’dur. Sonuncuları da Muhammed –sallallahu aleyhi ve sellem–dır. İlklerinin Nûh –aleyhi’s-selâm– olduğunun delili yüce Allah’ın: “Nûh’a ve ondan sonraki bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi, muhakkak Biz sana da vahyettik…” (en-Nisâ, 4/163) buyruğudur.”
Müellif -Allan’ın Rahmeti Üzerine Olsun- ilk rasûlun Nûh –aleyhi’s-selâm– olduğunu açıklamış ve buna da yüce Allah’ın: “Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi...” (en-Nisâ, 4/163) buyruğunu delil göstermiştir. Sahih hadîs kitaplarında yer alan şefaat hadisinde de şöyle denilmektedir: “İnsanlar Nûh’a giderler ve ona şöyle derler: Sen yüce Allah’ın yeryüzündekilere gönderdiği ilk rasûlüsün...”
Buna göre Nûh’dan önce bir rasûl gelmemiştir. Böylelikle İdris’in –aleyhimu’s-selâm–, Nûh’dan önce olduğunu söyleyen tarihçilerin yanılmış olduklarını da öğrenmiş oluyoruz. Bunun yerine daha doğru görülen İdris’in İsrailoğullarına gönderilmiş peygamberlerden olduğudur.
Peygamberlerin sonuncusu ve hatemi de Muhammed –sallallahu aleyhi ve sellem–’dir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Muhammed sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir. Fakat o Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir.” (el-Ahzâb, 33/40)
Buna göre ondan sonra bir peygamber yoktur. Ondan sonra peygamberlik iddiasında bulunan kimse yalancıdır, kâfirdir ve İslâm’dan dönmüş bir mürteddir.
“Nuh’dan –aleyhi’s-selâm–, Muhammed’e –sallallahu aleyhi ve sellem– kadar bütün ümmetlere yüce Allah bir rasûl göndermiştir. Bu rasûl onlara yalnızca Allah’a ibadet etmelerini emredip, tâğûta ibadet etmelerini yasaklamıştır. Buna delil de yüce Allah’ın: “Andolsun ki Biz her ümmet arasında: ‘Allah’a ibadet edin ve tâğûttan kaçının’ diye bir peygamber göndermişizdir.” (en-Nahl, 16/36) buyruğudur.”
Yani yüce Allah her ümmet arasında onları bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmeye davet eden, onlara Allah’a şirk koşmayı yasaklayan bir rasûl göndermiştir. Buna delil de yüce Allah’ın: “Arasında bir uyarıcının gelip geçmediği hiçbir ümmet de yoktur.” (Fâtır, 35/24) buyruğudur. Bir başka yerde de yüce Allah: “Andolsun ki Biz her ümmet arasında: ‘Allah’a ibadet edin ve tâğûttan kaçının’ diye bir peygamber göndermişizdir.” (en-Nahl, 16/36) buyruğudur.
İşte “lâ ilâhe illallah: Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur” sözünün anlamı da budur.

Tağut:

“Yüce Allah bütün kullara tağutu inkâr edip, Allah’a iman etmeyi farz kılmıştır. İbnu’l-Kayyim –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– dedi ki: “Tâğût kulun kendisi hakkında haddi aştığı her türlü ma’bud yahut tâbi olunan ya da itaat olunan varlıktır.”
Şeyhu’l-İslâm (İbnu’l-Kayyim) –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– bu sözleriyle şunu demek istemiştir: Tevhid ancak bir ve tek olarak O’na hiçbir ortak koşmaksızın yüce Allah’a ibadet etmek ve tâğûttan uzak durmakla gerçekleşir.
Yüce Allah bunu kullarına farz kılmıştır. “Tâğût” kelimesi tuğyân’dan türemiştir. Tuğyân ise haddi aşmak demektir. Yüce Allah’ın: “Şüphesiz ki (tufanda) su haddini aştığı (tuğyân ettiği) zaman sizleri gemide Biz taşıdık.” (el-Hâkka, 69/11) buyruğunda da bu kökten gelmektedir. Yani su alışılmış olan sınırından daha yukarıya yükseldiğinde akıp giden gemide sizleri Biz taşıdık, demektir.
Terim olarak yapılmış en güzel tarifi de İbnu’l-Kayyim’in zikrettiği şekilde “tâğût: Kulun kendisi sebebiyle haddini aştığı her bir ma’bud, tâbi olunan ya da itaat olunan her varlıktır.”
Burada ma’bud, tâbi olunan ve itaat olunan ile kasıt ise buna elverişli olmayan, salih olmayanlardır. Salih kimselere gelince bunlar tâğût olamazlar. İsterse kendilerine ibadet olunan, uyulan ya da itaat olunan kimseler olsunlar. Çünkü Allah’tan başka kendilerine ibadet olunan putlar, sapıklık ve küfre çağıran yahut bid’atlere, Allah’ın haram kıldıklarını helâl kabul etmeye, helâl kıldıklarını haram kılmaya çağıran kimseler tâğûtturlar. Yöneticilere, İslâm dininin öngördüğü nizama aykırı ithal ettikleri sistemlerle İslâm şeriatının dışına çıkmayı süslü gösteren kimseler de tâğûtturlar. Çünkü bunlar hadlerini aşmış kimselerdir. Zira ilim adamının haddi Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem– getirdiklerine tâbi olmasıdır ve gerçek ilim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır. Onlar peygamberlere ilim, amel, ahlâk, davet ve dini öğretmek bakımından ümmetleri arasında mirasçı olurlar. Bu haddi aşıp da yöneticilere bu gibi sistemlerle İslâm şeriatının dışına çıkmayı süslü gösterecek olurlarsa, artık tâğût olurlar. Zira onlar olmaları gereken İslâm şeriatına tâbi olma sınırını aşmış oluyorlar.
İbnu’l-Kayyim’in -Allah’ın Rahmeti Üzerine Olsun- ifade ettiği “itaat olunan” sözleri ile kastettiği kimseler, şer’an ya da kaderen kendilerine itaat olunan kimselerdir. Şöyle ki yöneticiler Allah ve Rasûlunün emirlerine aykırı olmayan hususları emredecek olurlarsa, onlara itaat olunur. Bu durumda onların tâğût oldukları söylenemez. Bu gibi halde de yönetilenlerin onları dinleyip itaat etmesi gerekir. Böyle bir durumda ve bu kayıtla yöneticilere itaat etmek, Allah’a itaat etmektir. Bundan dolayı itaat olunması gereken hususlarda emir veren İslâm yöneticilerinin emirlerini yerine getirirken bu hususta yüce Allah’a ibadet etmekte olduğumuzu, O’na itaat etmek suretiyle de Allah’a yakınlaştığımızı göz önünde bulundurmamız gerekir. Taki bizim böyle bir emri uygulayışımız yüce Allah’a yakınlaştırıcı bir amel olsun. Bizim bunu göz önünde bulundurmamızın sebebi yüce Allah’ın: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de” (en-Nisâ, 4/59) buyurmuş olmasıdır.
Yöneticilere kader gereği olarak itaat etmeye gelince, eğer yöneticiler otoriteleri itibariyle güçlü iseler insanlar otorite gücü ile onlara itaat ederler. İmani bir etken söz konusu olmasa dahi. Çünkü yöneticilere itaat imanın etkisi ile olur. İşte fayda veren itaat budur. Hem yöneticilere faydalıdır, hem de insanlara faydalıdır. Bazen itaat, yönetimin güçlü olması halinde insanların yöneticiden korkup çekinmeleri dolayısıyla otorite baskısı ile olabilir. Çünkü bu durumda yönetici emrine muhalefet edenleri ibretli bir şekilde cezalandırabilir.
Bundan dolayı şunları söylüyoruz: İnsanların yöneticilerine karşı bu meselede birkaç hali söz konusudur:
Birinci Hal: Hem imanî etkenin, hem de yönetim gücünün bir arada güçlü olması hali. Bu, hallerin en mükemmeli ve en üstünüdür.
İkinci Hal: İmanî etkenin de, yönetim gücünün de zayıflaması halidir. Bu da en aşağı, toplum içinde yönetici ve yönetilenler için de en tehlikeli bir haldir. Zira bir taraftan imanî etken, diğer taraftan yönetimin otoritesi zayıflayacak olursa, fikrî, ahlâkî ve amelî anarşi ortaya çıkar.
Üçüncü Hal: İmanî etkenin zayıflamasına rağmen yönetim otoritesinin güç kazanması. Bu orta bir mertebededir, çünkü yönetim otoritesi güclenecek olursa, zahiren ümmet için bu daha uygun olur. Zira yönetimin gücü gerilerse, o takdirde ümmetin halini, yapacağı işlerin kötülüklerini sorma gitsin.
Dördüncü hal ise imanî etkenin güç kazanıp, yönetim otoritesinin zayıflaması halidir. Bu durumda görünüş üçüncü halden daha aşağıda olmakla birlikte insanın kendisi ile Rabbi arasındaki ilişkileri açısından daha mükemmel ve daha üstün olur.
“Tâğûtlar pek çoktur. Onların ileri gelenleri ise beş tanedir: İblis –Allah’ın lâneti üzerine olsun-; kendisi razı olduğu halde, kendisine ibadet olunan kimse, kendisine ibadet etmek üzere insanları davet eden kimse, gayb bilgisinden bir şeyler bildiğini iddia eden kişi ile Allah’ın indirdiklerinden başkası ile hükmeden kimsedir.”
Yani tâğûtların ileri gelenleri ve onları taklid edenler beş türlüdür:
1- İblis, yüce Allah’ın kendisine: “Ve Kıyamet gününe kadar da lânetim şüphesiz senin üzeri-nedir.” (Sâd, 38/78) diye hitab ettiği lânetli ve ilâhî rahmetten kovulmuş şeytandır. İblis meleklerle birlikte ve onlarla beraber idi. Onlar gibi amelde bulunurdu. Ancak Âdem’e secde etmekle emrolunduğunda içindeki murdarlık, Allah’ın emrinden yüz çeviriş ve büyüklenme ortaya çıktı. Yüz çevirdi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Yüce Allah da onu rahmetinden uzaklaştırdı. Yüce Allah: “Hani Biz meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ demiştik de –İblis dışında– derhal secde ettiler. O dayattı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” (el-Bakara, 2/34) diye buyurmaktadır.
2- Kendisinin rızası ile Allah’tan başka kendisine ibadet olunanlar. Böyle bir kimse de tâğûtların ileri gelen ele başılarındandır. Bundan Allahu Teâla’ya sığınırız. İster kendisi hayattayken kendisine ibadet edilsin, ister ölümünden sonra kendisine ibadet edilsin. Bundan razı olduğu takdirde o böyle bir tâğûttur.
3- İnsanları kendisine ibadet etmeye davet eden bir kimse de böyledir. İsterse ona ibadet etmesinler. Böyle bir kimsenin çağrısı ister kabul edilsin, ister edilmesin o tâğûtların ileri gelenlerindendir.
4- Gayb bilgisini iddia etmek: Gayb insanın göremediği, insanın huzurunda bulunmayan demektir. Bu da iki türlüdür: Meydana gelmiş gayb ve gelecekteki gayb. Meydana gelmiş gayb nisbî bir gaybdir. Bazı şahıslar için malum olabilir, bir başkası için meçhul olabilir. Gelecekteki gayb ise gerçek anlamıyla gaybdir. Bu ancak yüce Allah tarafından ya da Allah’ın kendisini muttali kıldığı peygamberler tarafından bilinebilir. Bunu bildiğini iddia eden bir kimse kâfirdir. Çünkü o bu iddiasıyla yüce Allah’ı ve Rasûlünü yalanlamaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Onlar ne vakit diriltileceklerini de bilmezler.” (en-Neml, 27/65)
Yüce Allah, peygamberi Muhammed’e –sallallahu aleyhi ve sellem– herkese göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini ilân etmesini emrettiğine göre; gaybı bildiği iddiasında bulunan bir kimse bu haberde Allah’ı ve Rasûlünü yalanlamış demek olur.
Bu gibi kimselere bizler şunu sorarız: Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– gaybı bilmezken, sizin gaybı bilmeniz nasıl mümkün olabilir? Siz mi daha üstünsünüz, yoksa Allah’ın Rasûlü mü? Eğer: Biz rasûlden daha üstünüz diyecek olurlarsa, bu sözleriyle kâfir olurlar. Şâyet o daha üstündür derlerse, onlara: Peki ne diye gayb bilgisi ondan alıkonuluyor da siz onu bilebiliyorsunuz, diye sorarız. Ayrıca yüce Allah kendi zatı hakkında şöyle buyurmuştur:
“O gaybı bilendir. O gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Meğerki beğenip, seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O, onun önünden ve ardından koruyucular gönderir.” (el-Cinn, 72/26-27)
Bu da gayb bilgisini iddia eden kimselerin kâfir olduğunu ortaya koyan ikinci bir âyet-i kerîmedir. Yüce Allah peygamberine herkese şunu ilân etmesini emretmiştir:
“De ki: ‘Ben size yanımda Allah’ın hazineleri vardır, demiyorum. Ben gayb’ı da bilmem. Şüphesiz ben bir meleğim demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.” (el-En’âm, 6/50)
5- Yüce Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek, rububiyeti tevhidin bir gereğidir. Çünkü bu, rubûbiyetin ve O’nun mülk ve tasarrufunun kemalinin bir gereği olan Allah’ın hükmünün uygulanması demektir. İşte bundan dolayı yüce Allah, Allah’ın indirdikleri dışında kalan hususlarda kendisine uyulan kimselere; kendilerine uyan kimselerin “rableri” diye adlandırmış ve şöyle buyurmuştur:
“Onlar Allah’ı bırakıp, hahamlarını, rahiplerini, Meryem Oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki onlar bir tek ilâha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmamışlardı. O’ndan başka ilâh yoktur, O bunların ortak koştukları her şeyden münezzehdir.” (et-Tevbe, 9/31)
Yüce Allah’ın kendilerine uyulan kimselere “rabler” adını vermesi Allah ile birlikte şeriat (kanun) koyucu olarak kabul edilmelerinden dolayıdır. Onlara uyan kimselerden “ibadet edenler” diye söz etmesi de yüce Allah’ın hükmüne aykırılıklarda onlara itaat edip, boyun eğmelerinden ötürüdür.
Adîy b. Hatem de Rasûlullah’a –sallallahu aleyhi ve sellem–: “Onlar, onlara (âlim ve rahiplere) ibadet etmediler” deyince, Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmuştu: “Hayır onlar, onlara helâli haram kıldılar, haramı da helâl. Diğerleri de bunlara uydular, işte diğerlerinin bunlara ibadetleri budur.”
Bu hususu kavradığımıza göre şunu bilelim ki; Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen, Allah ve Rasûlünden başkasının hükmüne baş vurmak isteyen kimselerin iman sahibi olmadığına dair bir takım âyetler varid olduğu gibi, onun kâfir, zalim ve fasık olduğu hakkında da bazı âyetler varid olmuştur.
Birinci kısım âyetlere yüce Allah’ın şu buyruklarını örnek gösterebiliriz:
“Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara iman ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları halde tâğûtun hükmüne başvurmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister. Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin’ denilince, münafıkların senden alabildiğine yüz çevirdiklerini görürsün. Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir musibet gelip çattığı zaman halleri ne olacak? Sonra sana gelirler de: ‘Biz iyilik etmekten ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik’ diye Allah’a yemin ederler. İşte bunlar Allah’ın kalplerinde olanı bildiği kimselerdir. Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve kendilerine haklarında etkileyici sözler söyle. Biz gönderdiğimiz her bir peygamberi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Şâyet kendilerine zulmettiklerinde sana gelip de Allah’tan mağfiret dileselerdi, peygamber de onlara mağfiret isteyiverseydi, Allah’ı elbette tevbeleri çokça kabul eden, çok rahmet eden bulacaklardı. Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (en-Nisâ, 4/60-65)
Görüldüğü gibi yüce Allah aslen münafık oldukları halde iman iddiasında bulunan bu gibi kimseleri bir takım sıfatlarla nitelendirmektedir:
1- Bunlar tâğûtun hükmüne başvurmak isterler. Yüce Allah’ın ve rasûlünün hükmüne aykırı olan her bir hüküm ise tâğût hükmüdür. Zira Allah ve Rasûlünün hükmüne aykırı olan her bir şey, hüküm yalnız kendisinin olan ve bütün iş kendisine dönenin hükmüne karşı bir haddi aşmaktır ve bir tuğyândır, çünkü yüce Allah: “İyi bilin ki yaratma da, emretme de yalnız O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!” (el-A’râf 7/54) diye buyurmaktadır.
2- Bunlar Allah’ın ve Rasûlünün indirdiklerine çağırıldıklarında alabildiğine yüz çevirirler ve karşı koyarlar.
3- Kendi ellerinin önden gönderdikleri sebebiyle başlarına bir musibet gelecek olursa –yaptıklarının tesbit edilmesi de bunlardan birisidir– gelirler ve onların iyilikten, ara bulmaktan başka bir şey istemediklerine dair yemin ederler. Bu da günümüzde İslâm ahkâmını reddedip de onlara aykırı olan kanunlarla hükmeden ve böylelikle çağın durumuna uygun düşerek iyilikte bulunduğunu iddia eden kimselere benzerler.
Daha sonra yüce Allah bu niteliklere sahip olup iman iddiasında bulunan bu gibi kimseleri kalplerinde gizleyip sakladıkları, söyledikleriyle bağdaşmayan hususları bildiğini belirterek yaptıklarından sakındırmakta, peygamberine de onlara öğüt vermesini, onlara kendileri hakkında etkileyici sözler söylemesini emretmektedir. Daha sonra yüce Allah, peygamberleri göndermesinin hikmetinin itaat olunan ve kendisine uyulan kişinin peygamber olması maksadı ile gönderdiğini beyan etmektedir. Yoksa fikirleri ne kadar güçlü, kavrayışları ne kadar geniş olursa olsun diğer insanlardan herhangi birisi bu konumda olsun diye değil.
Daha sonra yüce Allah, Rasûlüne hem rubûbiyetin en özel türü, hem de rasûlünün risaletinin sıhhatine işareti ihtiva eden bir üslupla yemin etmektedir. Oldukça vurgulu bir yemin ile imanın ancak şu üç hususun bulunması halinde sağlıklı olabileceğini belirtmektedir:
1- Bütün anlaşmazlık hususlarında Allah ve Rasûlünün hükmüne başvurulacaktır.
2- O’nun verdiği hükmü kalpler rahatlıkla kabul edecektir. Nefislerde bundan dolayı herhangi bir darlık ve sıkıntı olmayacaktır.
3- O’nun verdiği hüküm kabul ve teslimiyetle karşılanacak, vakit geçirmeksizin ve sapmaksızın uygulamaya konulacaktır.
Bu hususta varid olmuş ikinci tür âyetlere de yüce Allah’ın şu buyruklarını örnek gösterebiliriz:
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (el-Mâide, 5/44)
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (el-Mâide, 5/45)
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (el-Mâide, 5/47)
Acaba bu üç sıfat tek bir sıfat gibi mi değerlendirilir? Yani Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen herkes aynı zamanda kâfir, zalim ve fasık mıdır? Çünkü yüce Allah kâfirleri zalim ve fasık olmakla da nitelendirmiştir: “Kâfirler zalimlerin ta kendileridir.” (el-Bakara, 2/154)
“Çünkü onlar Allah’a ve Rasûlüne kâfir oldular ve fâsık olarak öldüler.” (et-Tevbe, 9/84)
Buna göre her kâfir zalim ve fasıktır.
Yoksa bu sıfatlar değişik durumda olanların sıfatları mıdır? Onları Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmetmeye iten sebebe göre mi kişilere sıfat olurlar? Benim kanatime göre doğruya en yakın olan budur. Allah en iyi bilendir. Bundan dolayı şunları söyleyebiliriz:
Allah’ın indirdiklerini hafife aldığından yahut küçük gördüğünden ya da başka hükmün ondan daha uygun olduğuna, insanlara daha faydalı olduğuna ya da onun gibi olduğuna inandığından dolayı Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden bir kimsenin bu tutumu, dinden çıkartan manası ile kişiyi kâfir yapar. Bu gibi kimseler arasından insanlara İslâm şeriatına aykırı kanunlar koyup bunun insanlar tarafından izlenecek yol olmasını isteyen kimseler vardır. Onlar İslâm şeriatına aykırı olan bu yasamaları ancak daha uygun ve insanlar için daha faydalı olduğuna inandıkları için yaparlar. Çünkü bir insanın bir yolu, yöntemi bırakıp da ona aykırı bir yol ve bir yönteme yönelmesi ancak yöneldiği yöntemin daha üstün, terkettiğinin ise eksik olduğuna inanmasının bir neticesi olduğu, aklın zorunlu bir gerçeği ve fıtrî yapının bir gereğidir.
Bir diğeri Allah’ın indirdiği ile hükmetmemekle birlikte, Allah’ın hükmünü hafife de almaz, küçük de görmez. Allah’ın hükmü dışındaki hükmün kendisi için daha uygun olduğuna da inanmaz, ya da buna benzer bir durumda bulunursa, böyle bir kimse zalimdir, kâfir değildir. Hüküm verdiği şeye ve hüküm araçlarına göre de zulmünün mertebeleri değişiktir.
Allah’ın hükmünü hafife almayıp küçük de görmemekle birlikte; başkasının ondan daha uygun olduğuna da faydalı olduğuna inanmayıp Allah’ın hükmünden başkasıyla sadece lehine hüküm verdiği kimseyi kollamak yahut bir rüşvet veya buna benzer dünya menfaatlerinden bir menfaat gözeterek hükmeden kimse bu hükmüyle fâsık olur, kâfir olmaz. Bunun fıskının mertebeleri de kendisiyle hükmettiği şeye ve hüküm yollarına göre değişir.
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiye –Allah’ın rahmeti üzerine olsun– hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan başka rab edinen kimseler hakkında açıklamalarda bulunurken onların iki türlü olduklarından söz etmektedir:
1- Kendilerinin Allah’ın dinini değiştirdiklerini bilmekle birlikte; bu değiştirme hususunda onlara tâbi olup haram olan şeyin helâl kılınmış olduğuna, Allah’ın helâl kıldığının da haram olduğuna inananlar ve peygamberlerin getirdikleri dine muhalefet ettiklerini bilen ve bile bile başkanlarına tâbi olanların bu yaptıkları bir küfürdür. Allah ve Rasûlü bunu şirk olarak değerlendirmiştir.
2- Haramın, helâl, helâlin de haram kılınmasına dair inançları –ondan nakledilen ibare de böyledir– sabit olmakla birlikte; Allah’a isyanı gerektiren bir hususda onlara itaat etmeleri. Müslümanın bir ma’siyet işlerken işlediği o ma’siyetin, ma’siyet olduğuna inanması gibi. Bu gibi kimselerin hükmü onlara benzer günahları işleyenlerin hükmü gibidir.
Diğer taraftan umumî bir teşri’ olarak kabul edilen meseleler ile kadı’nın muayyen bir meselede Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmettiği haller arasında bir fark vardır. Çünkü genel bir teşri’ olarak kabul edilen meseleler ile ilgili az önce geçen taksim söz konusu olamaz. Bunlar ancak birinci kısma dahildirler, zira İslama muhalif bir kanun koyan bu müşerri’ (şeriat, kanun koyucu) bunu ancak bu hükmün İslâm’dan daha uygun ve kullara daha faydalı olduğuna inandığı için teşri’ etmektedir. Az önce işaret edildiği gibi.
Bu mesele yani Allah’ın indirdiğinden başkası ile hükmetmek meselesi bu çağın hakim ve yöneticilerinin mübtelâ olduğu en büyük meselelerdendir.
O bakımdan kişi için işin gerçeği apaçık ortaya çıkmadıkça bunlar ile ilgili haketmedikleri şekilde aleyhlerine hüküm vermekte acele etmemelidir. Zira mesele çok önemli ve tehlikelidir. Yüce Allah’tan müslümanların yöneticilerini ve onların yakın danışmanlarını müslümanların lehine ıslah etmesini niyaz ederiz.
Aynı şekilde yüce Allah’ın kendisine ilim vermiş olduğu kişilerin de bu yöneticilere Allah’ın hükmünü açıklaması görevi vardır. Böylece bu yöneticilere karşı delil ortaya konulmuş olsun ve izledikleri yol da onlar için netlik kazanmış olsun. Böylelikle helâk olan apaçık bir delil üzere helâk olsun, hayatta kalan da apaçık bir delil üzere hayatta kalsın. Hiç kimse de bu hakkı açıklamak noktasında kendisini küçümsemesin. Bu hususta kimseden de korkmasın. Çünkü izzet Allah’ındır, Rasûlünündür ve mü’minlerindir.
“Buna delil de yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Dinde zorlama yoktur. Gerçekten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Kim tâğûtu inkâr eder ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.” (el-Bakara, 2/256) İşte lâ ilâhe illallah: “Allah’tan başka ilâh yoktur” kelimesinin anlamı da budur.“
Bu âyet-i kerîme Allah’ın indirdiği ile hükmetmenin ve tâğûtu inkâr etmenin gereğine delildir.
Dinde zorlama olmayışının sebebi, delillerinin açıkça ortada oluşu, bunların açıklanmış olması ve son derece net olmalarıdır. Bundan dolayı yüce Allah: “Gerçekten iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır” diye buyurmuştur. Küfür ile iman birbirinden açık seçik bir şekilde ayırdedilmiş olduğuna göre aklı-selim sahibi herkesin doğruyu sapıklığa tercih edeceği kaçınılmaz bir husustur. Yüce Allah bu âyet-i kerîmede Allah’a imandan önce tâğûtu inkâr etmekten söz etmektedir. Çünkü bir şeyin sağlamlaştırıcı unsurlarının varlığından önce onun varlığını engelleyen hususları izale etmek, o şeyin bir kemalidir. Bundan dolayı şöyle denilmektedir: Tahliye (boşaltmak) tahliyeden (güzelleştirmekten) önce gelir.
İşte bunu gerçekleştiren bir kimse sapasağlam olan kulpa yapışmış olur ki bu da İslâm’dır. Burada yüce Allah’ın sıradan “bir sarılma”dan söz etmeyerek “sımsıkı sarılmak”dan söz ettiğine dikkat edelim. Çünkü sımsıkı sarılmak sıradan sarılmaktan daha ileridir.
“Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: “İşin başı İslâm, direği namaz, tepesinin zirve noktası da Allah yolunda cihad etmektir.” Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Yüce Allah Muhammed’e, onun aile halkına ve ashabına salât ve selâmlar eylesin.”
Müellif -Allah Ona Rahmet Etsin- bu hadîsi her şeyin bir başının olduğuna delil göstermek istemiştir. Muhammed’in –sallallahu aleyhi ve sellem– getirdiği işin başı ise İslâm’dır.
Bu İslâm ancak namaz ile ayakta durur. İşte bundan dolayı (bazıları) namazı terkedenin kâfir olduğu ve böyle birisinin müslümanlığının söz konusu olmayacağı görüşünü tercih etmişlerdir.
“Zirvesinin tepe noktası” ise en yükseği ve en mükemmeli de Allah yolunda cihaddır, demektir. Zira insan kendi nefsini ıslâh ettikten sonra Allah yolunda cihad etmek suretiyle de başkasını ıslâh etmeye çalışır. Böylelikle İslâm dimdik ayakta dursun, en yüce söz Allah’ın adı olsun diye. Kim Allah’ın Kelimesi en üstün olsun diye savaşırsa, işte o savaş Allah yolundadır ve bu da İslâm’ın tepesinin zirve noktasıdır. Çünkü onunla İslâm başkalarına üstünlük sağlar.
Merhum müellif bu risalesini ilmi yüce Allah’a havale etmekle, peygamberi Muhammed’e salât ve selâm getirmekle sona erdirmektedir.
Bununla da “Üç Esas” ve onunla ilgili açıklamalar sona ermektedir. Yüce Allah’tan bu risalenin müellifini en güzel şekilde mükafatlandırmasını, onun ecir ve sevabından da bizlere bir pay ayırmasını, bizi ve onu lütuf ve ihsan diyarında bir araya getirmesini niyaz ederiz. Şüphesiz ki O pek lütufkârdır, pek cömerttir.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun, Peygamberimiz Muhammed’e de salât ve selâm olsun. (Alıntı)
Hanedan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
bilmesi, kulun, peygamberini


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


gizli ilimler gizli ilim
Tüm Zamanlar GMT +4.5 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 05:05.


Powered by vBulletin® Version kapalı
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.6.0
YASAL UYARI : İçerik sağlayacı paylaşım sitelerinden biri olan Ruhani.Net Adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K'nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan sorumludur. Ruhani.Net hakkında yapılacak tüm Hukuksal Şikayetler, Yöneticilerimiz ile iletişime geçilmesi yada iletişim formunu doldurulması halinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde Ruhani.Net yönetimi olarak tarafımızdan gereken işlemler yapılacak ve size dönüş sağlanacaktır. her yürlü sorunlar için email ; ruhaninet@gmail.com
sakarya escort sakarya escort sakarya escort sakarya escort serdivan escort izmir escort eporner