Ruhani  

Go Back   Ruhani > İslamiyet ve İslami İlimler > Kur'an-ı Kerim Ve Hadisler
Kayıt ol Yardım Topluluk Ajanda Bugünki Mesajlar Arama

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Arama Stil
Alt 02-19-2012, 04:57   #1 (permalink)

Avatar Yok
 

Üyelik tarihi: Jan 2012


Mesajlar: 291
Konular: 266

Karma Puanı: 2

Standart Fatiha Sûresi

Şimdi de Besmele-i Şerîf'in ma'nâlarını arzetmeye çalışalım:
nâb-ı Hak. Şeytana "dergâh-ı ilâhîden kovulmuş" mânâsına Racîm demektedir. Onun hakkında kullanılan bu tabirle de, şeytanın daha önce huzur-u ilâhîde bulunduğunu, itaatkâr olduğunu anlıyoruz. Zirâ evvelce huzura kabul edilmemiş olsaydı, kovulmuş olması düşünülemezdi. Şeytan, kibir ve gururunun kurbanı olmuş, isyan ve temerrüdü onun "Racîm" olmasını netice vermişti. Böylece şeytan, Cenâb-ı Hakk'ın mü'min kullan için hazırladığı cennetten kovulmuştu.
Yani, Allah(C. C.) mü'min, kullarının emniyeti için, şeytanı cennetten tard etmişti. Buna mukabil acaba bizler, O'nun Samedaniyyetine bir ayna olan kalbimizi, O'nun İçin, şeytandan temizleyebildik mi? İşte mesele budur ve, (Eûzü) bize durmadan her tekrar edişte bu İhtan yapmaktadır.

Mû'min, Allah ahlakıyla ahlâklanan bir insandır. O, şeytanı senin yerin olan cennetten kovduğu gibi, sen de onu Hakk'ın tecelligâhı subhânisi olan kalbinden tardeyle ..! Eşşeytan kelimesinin başında harfi tarif vardır. Yani bu, belli ve mâruf olan şeytan demektir. Hani bir zamanlar Hz. Âdem'e başkaldırıp insana düşman olan şeytan. Evet dün olduğu gibi bugün ve yarın da küfür hesabına kurduğu saltanat sayesinde, inkârı devletleştiren ve devletleştirecek olan şeytan, kıyamete kadar bu dâva uğruna çalışacak ve her devrede kendisine temsilciler bulacak ve Allah nizâmını yıkmak İçin ne lazımsa yapacaktır. O sizin eski düşmanınızdır. Hani o, babanızı cennetten attıran ve Allah'ın huzurundan ayn düşmenize sebep olan şeytan. Siz onu yakînen tanıyorsunuz. Fakat bilin ki, babanız Âdeme yaptıklarını size de yapmak isteyecektir. Sakın gafil olup da onu kendinize dost edinmeyiniz. Ve ondan Allah'a sığının. Bu mâna Lam'ın ahd-ı hârici olduğuna göredir.
(Lam) cins mânâsına gelirse; Hz. Adem'in cennetten çıkmasına sebebiyet veren, Hz. Nuh'un kavmini baştan çıkaran... Ve yirminci asırda bütün dalâlet, rezalet ve şenâ-atiyle hUkünıfermâ olan ne kadar İnsî ve cînnî şeytan varsa hepsinin şerrinden Allah'a sığınıyorum, mânâsına olur.


Fıkhî Ahkâm

Eûzu 'nün fıkhî durumuna gelince; İbni Şîrîn ve Hanefi mezhebinin dayandığı imamlardan Nehâİ Kur'ân okumayı bitirdikten sonra “Eûzü” çekerler. Fakat cumhur, Kur'ân okumaya başlarken “Eûzü” çeker. Bunlann kendine göre, mesnetleri vardır. Diğer taraftan Imâm-ı Âzam ve İmâm- 1 Şafiî
“Euzü billahi min-eşşeytanir-racim”
Ahmed b. Hanbel ise “Euzü billahi-essemî el-alîmi min-eşşeytanir-racim” der. Yine iki mezhep irnamı Sevrî ve
Evzâi “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim İnna’llahe hüve’s-semîul-alim derler.
İster öyle, ister böyle olsun biz birisini sabah-akşam diğerlerini de diğer vakitlerde söylüyoruz.

Her hâl-ü kârda, sabah-akşam, yatarken-kalkarken şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak; selâmet içinde yaşamak ve emn-ü emân içinde Dâr-üs-Selâm olan cennete dahil olmak İçin berât demektir. Eûzü Allah'a iltica, özrünü Allah'a arz etme ve sadâkat nişanesidir. Kur'ân-ı Mu'ciz Tül Beyân her hâl-ü kârda “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim”


demeyi ve dehrin hadiseleri karşısında, çapımızı, enimizi, boyumuzu araştırmayı, işin ilmini yapmayı tavsiye ediyor. Ve daima kolu, kanadı kırık gibi davranmaya, aczin, zaafın kanatlarıyla eve -i kemâlât-ı insaniyete uçup gitmeye ve hiçliğimizi anlayarak büyük hadiseler karşısında Allah'a güvenip dayanmaya teşvikte bulunuyor.
Dipnotlar:
1) En'am, 112, 2) Hud. 47, 3) Yusuf, 23, 4) Mü'minun, 97,98, 5) Buharı, Bed'ü'l-Halk 11, 6) Buharı, Enbiya, 10, 7) Buharı, Daavât, 36, 8) Bak; Keşfu'lHafa, I, 234, 9)Buhari. Ahkam, 21.

nâb-ı Hak. Şeytana "dergâh-ı ilâhîden kovulmuş" mânâsına Racîm demektedir. Onun hakkında kullanılan bu tabirle de, şeytanın daha önce huzur-u ilâhîde bulunduğunu, itaatkâr olduğunu anlıyoruz. Zirâ evvelce huzura kabul edilmemiş olsaydı, kovulmuş olması düşünülemezdi. Şeytan, kibir ve gururunun kurbanı olmuş, isyan ve temerrüdü onun "Racîm" olmasını netice vermişti. Böylece şeytan, Cenâb-ı Hakk'ın mü'min kullan için hazırladığı cennetten kovulmuştu.
Yani, Allah(C. C.) mü'min, kullarının emniyeti için, şeytanı cennetten tard etmişti. Buna mukabil acaba bizler, O'nun Samedaniyyetine bir ayna olan kalbimizi, O'nun İçin, şeytandan temizleyebildik mi? İşte mesele budur ve, (Eûzü) bize durmadan her tekrar edişte bu İhtan yapmaktadır.

Mû'min, Allah ahlakıyla ahlâklanan bir insandır. O, şeytanı senin yerin olan cennetten kovduğu gibi, sen de onu Hakk'ın tecelligâhı subhânisi olan kalbinden tardeyle ..! Eşşeytan kelimesinin başında harfi tarif vardır. Yani bu, belli ve mâruf olan şeytan demektir. Hani bir zamanlar Hz. Âdem'e başkaldırıp insana düşman olan şeytan. Evet dün olduğu gibi bugün ve yarın da küfür hesabına kurduğu saltanat sayesinde, inkârı devletleştiren ve devletleştirecek olan şeytan, kıyamete kadar bu dâva uğruna çalışacak ve her devrede kendisine temsilciler bulacak ve Allah nizâmını yıkmak İçin ne lazımsa yapacaktır. O sizin eski düşmanınızdır. Hani o, babanızı cennetten attıran ve Allah'ın huzurundan ayn düşmenize sebep olan şeytan. Siz onu yakînen tanıyorsunuz. Fakat bilin ki, babanız Âdeme yaptıklarını size de yapmak isteyecektir. Sakın gafil olup da onu kendinize dost edinmeyiniz. Ve ondan Allah'a sığının. Bu mâna Lam'ın ahd-ı hârici olduğuna göredir.
(Lam) cins mânâsına gelirse; Hz. Adem'in cennetten çıkmasına sebebiyet veren, Hz. Nuh'un kavmini baştan çıkaran... Ve yirminci asırda bütün dalâlet, rezalet ve şenâ-atiyle hUkünıfermâ olan ne kadar İnsî ve cînnî şeytan varsa hepsinin şerrinden Allah'a sığınıyorum, mânâsına olur.


Fıkhî Ahkâm

Eûzu 'nün fıkhî durumuna gelince; İbni Şîrîn ve Hanefi mezhebinin dayandığı imamlardan Nehâİ Kur'ân okumayı bitirdikten sonra “Eûzü” çekerler. Fakat cumhur, Kur'ân okumaya başlarken “Eûzü” çeker. Bunlann kendine göre, mesnetleri vardır. Diğer taraftan Imâm-ı Âzam ve İmâm- 1 Şafiî
“Euzü billahi min-eşşeytanir-racim”
Ahmed b. Hanbel ise “Euzü billahi-essemî el-alîmi min-eşşeytanir-racim” der. Yine iki mezhep irnamı Sevrî ve
Evzâi “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim İnna’llahe hüve’s-semîul-alim derler.
İster öyle, ister böyle olsun biz birisini sabah-akşam diğerlerini de diğer vakitlerde söylüyoruz.

Her hâl-ü kârda, sabah-akşam, yatarken-kalkarken şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak; selâmet içinde yaşamak ve emn-ü emân içinde Dâr-üs-Selâm olan cennete dahil olmak İçin berât demektir. Eûzü Allah'a iltica, özrünü Allah'a arz etme ve sadâkat nişanesidir. Kur'ân-ı Mu'ciz Tül Beyân her hâl-ü kârda “Euzü billahi min-eşşeytanir-racim”


demeyi ve dehrin hadiseleri karşısında, çapımızı, enimizi, boyumuzu araştırmayı, işin ilmini yapmayı tavsiye ediyor. Ve daima kolu, kanadı kırık gibi davranmaya, aczin, zaafın kanatlarıyla eve -i kemâlât-ı insaniyete uçup gitmeye ve hiçliğimizi anlayarak büyük hadiseler karşısında Allah'a güvenip dayanmaya teşvikte bulunuyor.
Dipnotlar:
1) En'am, 112, 2) Hud. 47, 3) Yusuf, 23, 4) Mü'minun, 97,98, 5) Buharı, Bed'ü'l-Halk 11, 6) Buharı, Enbiya, 10, 7) Buharı, Daavât, 36, 8) Bak; Keşfu'lHafa, I, 234, 9)Buhari. Ahkam, 21.
Bu sûreye, muhteşem Kur'ân sarayının kapısını açan hüviyeti dolayısıyla "Fâtiha" isminin ve harika Kur'ân ağacının dalları, budakları, çiçek ve meyvelerinin asıl ve kökü olması itibariyle de "Ümmü'l-Kur'ân";"Ümmü'l-Kitab" ve "el-Esâs" isimlerinin verilmesi pek münasip düşmüştür.

Sûre, harflerinin seçimi, duraklarındaki âhenk, iç musikisindeki uyum ve mânâ derinliğindeki üstünlükle tam bir hârikadır. Bu surenin ayetleri ve cümleleri hatta kelimeleri arasındaki mantıkî bağın güzelliği dikkatle takip ederek elle tutulur şekilde fark edenler için çok cazip ve çok çarpıcıdır. Bu yazıda, inci gibi incelik dizilmiş ve işlenmiş edebi nakışlar, enginleşen mânâ derinlikleri imkân nisbetinde gösterilmeye çalışılmıştır. Bazen (na'büdü'nün nun'unun elife tercihinde olduğu gibi) harf tercihlerinden doğan incelikler, ifade ettikleri mânâlar itibariyle nefes kesecek hüviyettedir.

Sırât-ı müstakim'in mâhiyetinin izahı ise, tutum ve davranış olarak bütün faaliyetlerimize ölçü getirecek seviyededir. Hidayet ve dalâletin, keza gazaba uğramanın Kur'ân'da veciz şekildeki ifadesi altında yatan gerçekler, değişik yönleri ile birer birer ele alınmıştır.

Fatiha sûresi, Kur'ân-ı Kerimin ilk süresidir. "Bir yeri veya bir şeyi açan" mânâsına gelen fâtih sıfatından isme nakledilmiştir; sonundaki tâ nakl veya mübalağa belirtir, yoksa te'nîs alâmeti değildir. Kur'ân'ın -tabir caizse- mukaddimesi durumunda olduğundan Fâtihatu'l-Kitâb veya el Fâtiha, bu mübarek sûrenin adı olmuştur(1).

Yirmiden fazla ismi, daha doğrusu vasfı vardır. Bu da onun pek şerefli olduğunu gösterir(2).

Diğer sûrelerin aslı, kökü, tohumu ve Kur'ân'ın hülâsası durumunda olduğundan Ümmü'l-Kur'ân, Ümmü'l-Kitâb, el-Esâs; başlı başına yeterli olduğundan el-Vâfiye, el-Kâfiye; Arş-i ilâhînin altındaki hazineden indirilip(3) kelimenin tam mânâsıyla ulvî mânâlar hazinesi olduğundan el-Kenz; namazın her rek'atinde ve daha birçok vesile ile tekrarlanan yedi ayetli bir sûre olması itibariyle es-Seb'ul-mesânî, namazda okunması vacib olduğundan Sûretu's-Salât, hastalıklara şifâ olması itibariyle eş-Şifâ, eş-Şâfiye bu sürenin isimleri arasındadır.

Tam olarak inen ilk sûre olup Mekke'de ve risaletin başlangıç döneminde nazil olmuştur(4).7 ayettir.

Besmeleyi müstakil bir ayet saymayanlar صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ kısmını bir ayet sayarlar. İmam Şafiî'nin de aralarında bulunduğu birçok zevata göre Kur'ân'da sûrelerin başında yazılı besmeleler hem Fâtiha'da hem de diğerlerinde sûrenin ilk ayetini teşkil eder, dolayısıyla namazda cehren okunur. Hanefiyyeye göre sûre başlarındaki besmeleler sûrelerden birer cüz olmaksızın, Kur'ân'ın müstakil bir ayetidir, namazda sirren (içten) okunur. İmam Mâlik'e göre, Neml sûresinin 30. ayeti dışında, Kur'ân'dan olmadığından namazda sirren dahi okunmaz(5).

İslâm ibâdet hayatının esası olması hasebiyle müminler bu sureyi her gün en az on yedi defa okumakla mükelleftirler, "Fâtihasız namaz olmaz" (6).

Fasılası م ve ل harfleridir. Ayet sonlarında durulduğunda, yüksek bir mûsiki değeri olan bu harfler, medd-i ârız sebebiyle, yâ harf-i meddin 2 ilâ 4 elif miktarı uzatılması sayesinde, şevk verici bir âhenk sağlarlar. Nitekim Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Fâtiha'yı, her ayet sonunda durarak okurlardı(7).

Biz, bu konuların tafsilatını tefsir kitaplarına havale ederek sûrenin, her müminin mutlaka bilmesi gereken veya bilmesinde fayda bulunan mânâ tarafı üzerinde, makale çerçevesinin imkân verdiği ölçüde durmak istiyoruz.

Besmeledeki rahman ve rahîm vasıflarının delâlet ettiği nimetlere biz kullar اَلْحَمْدُ لِلَّهِ "hamd Allah'a mahsustur" diyerek şükürle mukabele ediyoruz(8).

Bazı müfessirler اَلْحَمْدُ لِلَّهِ 'dan önce "şöyle deyiniz" anlamına gelen bir قولوا fiilinin mukadder olduğunu belirtirler.(9)

Hamd için zaman ve mekân zarfı zikredilmeyip istimrar ifade eden isim cümlesi kullanılması ve istiğrak lâmı, bütün hamdlerin evvelen ve bizzat O'na ait olduğunu gösterir.

Müteâkiben bu hükmün delili olarak "Hamd Allah'a mahsustur; çünkü Rabbü'l-âlemindir; çünkü rahman rahimdir ve çünkü dîn gününün mâlikidir" buyurulur. Hüküm vasfa terettüb ettiğinden burada sıfatlar, bu istihkaka liyakatinin sebebini bildirirler(10).

Böylece bütün mekânlar, bütün zamanlar, bütün mahlûklar ve bütün nimetler O'nun olduğundan, bütün hamdlerin de O'na ait olması gerektiği vurgulanmış olur. "Allah" lafz-ı celâli diğer bütün esmâ-yı hüsnânın mânâlarını gerektirip kendinde toplayan Ulûhiyyetin alem-i hassıdır. Bununla beraber, bu icmali bir nebze açıklamak üzere Ulûhiyyetin başlıca hususiyetlerini ihtiva eden belli başlı vasıflar gelir.

Rabb: O'nun fiilî sıfatlarına, hükmünü yürütmesine, bütün mahlukları yaratıp ihtiyaçlarını vermesine, onları kemale erdirip idare etmesine delâlet eder. Rabbu'l-âlemîn: bütün eczasıyla bütün âlemlerin ve hususiyle, hepsine üstün olan akıllı varlıkların yegâne Rabbi demektir.

Rabb: bir şeyi, kademe kademe kemâline eriştiren, yani terbiye eden" anlamınadır.

Rabbü'l-âlemîn denince, her insan, kendi görebildiği kadar olsun, zihninden bütün âlemlere bir resmi geçit yaptırınca, terbiye kanununun ve muazzam bir rubûbiyyetin asarını müşahede eder.

Sadece şunu düşünse ki, kendisi, gözle görülemeyecek kadar küçük bir hücre iken, halden hale geçirilerek, rubûbiyyet mucizesi olarak yeryüzünün halifesi makamına getirilmekte, matlub olan geçit resminden sonra, dünya sahnesinden kaybolmaktadır. İradesiyle gelmeyen, iradesiyle varlığını sürdürmeyen ve iradesiyle gitmeyen insanlar ve diğer mahluklar, mütemadiyen her gün akıp akıp gidiyorlar.

Rabbü'l-âlemîn, yarattığı her mahlûk için bir kemal noktası tayin etmiş ve oraya yükselmesi için ona bir meyil vermiştir. Her mahlûk, o noktaya doğru giderken, o uzun seferinde kendisine yardım eden, zararları giderip engelleri kaldıran, işte bu ilahî terbiyedir(11).

Halbuki "Rabb" yerine hâlık veya başka bir vasıf kullanılsaydı bu maksud hasıl olmazdı. Diğer taraftan, Hâlık'ı kabulde fazla ihtilaf yoktur, ama varlığı devam ettiren rubûbiyyeti, birçok insan inkâr etmektedir. Kur'ân ise rubûbiyyeti vurgulamak istemektedir.(12)

İslâm geldiğinde dünya, çeşitli inanç, felsefe, efsane ve evham yığını ile dolu idi. Hakla batıl, dinle hurafe, efsane ile felsefe birbirine girmişti. Bu sebepten Kur'ân, Allah teâlânın sıfatları ve O'nun mahlûklarla münasebetlerini vazıh bir şekilde bildirmeye büyük bir ihtimam göstermiştir. Halis tevhid, şümullü Rubûbiyyet itikadı; gerçekliği, güzelliği, sadeliği ve insan fıtratına münâsip düşmesiyle, kalb için olduğu kadar akıl için de büyük bir rahmet olmuştur(13).

Rahmân: ihsan, kerem, şefkat ve lütfe dair esmaya delâlet eder. Rahîm ise, zâtî rahmetin, mahlûklara taallukunu belirtir(14). Adalet, hâkimiyet, kimsenin hakkını kimsede koymama, dilediği gibi tasarruf ve yönetme fiillerine ise Mâlik (veya öbür kıraatteki Melik) ismi delâlet eder.

Bu dört kudsî vasfın muktezaları iyice düşünülürse yaratma, öldürme, rızıklandırma, lütuf, kahr, adalet, mağfiret vb. bütün fiili sıfatlara delâlet ettiği anlaşılır(15). Cenâb-ı Allah, böylece tazim sebeplerinin tamamına sahib olarak âdeta: "Ey akıl sahipleri! Ulûhiyyetimi ikrar, ubûdiyyetinizi ilan ederek, sırat-ı müstakim isteyiniz ki Ben de cennete yerleştirinceye kadar sizi koruyup felaha kavuşturayım" buyurmaktadır.

Mâlik-i yevmi'd-dîn, ilahî rahmeti ifade eden bir önceki vasfın neticesidir. Zira kıyametin koparılıp ebedî saadetin gelmesine en büyük delil rahmettir. Nimeti nimet yapan, ancak âhiret hakikatidir. Daha başka mânalara da gelen dîn kelimesinin Fâtiha'da iki muteber mânâsı vardır: "işlerin karşılığı" ve "mâruf dîn". Böylece dîn günü, işlerin karşılığının verileceği veya dînin bildirdiği hallerin gerçekleşeceği zaman parçasıdır. Allah, hem dünyanın hem de âhiretin Rabbi olduğu halde, "dîn gününün mâliki" vasfındaki tahsis şöyle izah edilir:

1- O gün, dînin bildirdiği hakikatler tam mânâsıyla zuhur edeceği için Allah'ın, izzetini perdelemek gayesiyle hikmeti icabı yarattığı zahirî sebepler nizâmı kaldırılıp her şeyin gerçek mahiyeti ortaya çıkarılacağından "dîn gününün tek mâliki" buyurulmuştur.

2- Maksad. o günün ehemmiyetine dikkat çekmektir.

3- Dünyada insanların da zahirî malikiyetleri vardır. Ama o gün bu da zail olacak, Allah'ın hükümranlığı tam bir zuhurla müşahede edilecektir(16). Dünyada yapılan işlerin mükafat ya da ceza olarak ahirette karşılığını verecek Mâlik-i yevmi'd-dîne inanmak, insanları, geçici hayatın ilcaatının esiri olmaktan kurtaran pek mühim bir esastır. İnsanlık Hakk'a ve halka hizmet külfetinde, uğrunda fedakârlığa değen bir saadet diyarını hergün seyretmedikçe, yeryüzünde, Allah'ın emrettiği mükemmel nizâma göre bir toplum hayatı kurulması mümkün değildir(17).

Sûredeki ilk vakf-ı tâmma kadar bu hakikatler bildirildikten sonra, muhataba şevk veren bir iltifat üslûbu ile(18) gaibden hitaba geçilerek kuldan: "yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden medet umarız" demesi istenir. Bu, zımnî (mahzûf) "şöyle deyiniz" emriyle olur(19).

Bir tefekkür silsilesi neticesinde yüce vasıflarını anladıktan sonra, Allah'ı, âdeta görüyorcasına, kul. O'na hitabetme makâmına çıkarılır. إِيَّاكَ نَعْبُدُ demekle insan, dünyada mevcut her türlü şirk çeşidini terk ettiğini ilan eder(20).

Rubûbiyyetin matlub sıfatları zikrolunduktan sonra, mükemmel ubudiyetin nasıl olması gerektiği böylece formülleştirilir. İbadet, hudû ve tezellülünün en ileri derecesidir(21).

Şer'î ubûdiyet, insanın, ruhen ve cismen, zahiren ve batınen, bütün mevcudiyetle yalnız Allah'a yaptığı, şuurlu bir taat ve kurbettir.(22)

Bu ayeti iyi anlayıp yaşamak, insanın en mühim tarafı olan kalb hayatını şifaya kavuşturur. Bu tedavi şu altı cüzden oluşur:

1 - Yalnız Allah'a kulluk

2- O'nun emri ve izniyle hareket

3- Başka heva ve heveslerle hareket etmemek

4-İnsanların re'y ve tahakkümleriyle hareket etmemek

5- O'na kullukta Kendisinden yardım istemek

6- Şahsının veya mahlûkların güç ve kuvvetine dayanmamak. Şifa bulmayanın, bunlardan birinde noksanlığı var demektir(23).

Bu ayet, kul ile Rabbi arasında bir akit durumundadır.

Kendisine halis bir ubûdiyyet ve teslimiyet gösteren insana Allah, dünyada yardım ve hidayeti, ahirette ise cenneti, -hikmet ve rahmet eseri olarak- taahhüt etmektedir. Bu ayet, insanı, mahlûklara esaretten kurtaran hürriyetin kaynağı olduğu gibi toplum hayatına da büyük bir önem vermektedir.

Zira akit, "ibadet ederim, yardım dilerim" diye insanlardan tek tek değil, "ederiz" şeklinde cemi sîgasiyle istenmektedir.

Bu ayette cemaatle ibadetin faziletine işaret edilmektedir.

Fakat bu sevaba ermek için cemaatin teşekkül etmiş olması lazımdır.

Halbuki cemaat, kuru kalabalık değil, aynı ruhla hareket edebilen muntazam bir birlik demektir(24). Binaenaleyh cemaatin teşekkülü bir ruha ve içtimaî bir mîsaka bağlıdır. Allah her namazda bu içtimaî vicdanı eğitmek ve pekiştirmek istiyor. Bu mîsak da mezkûr ayetteki mukavele ile teşekkül edecektir.

Hak teala vicdanlarda bu içtimaî ruhu geliştirmek için, cemaatin her bir ferdini diğerlerini temsilen konuşturuyor.

Cemaatte temsil özelliği bulunmalıdır. Herkesin "ben" "ben" diye bağırdığı yerde, cemaat değil, kendi başına buyruk kimseler vardır. İnsan tek başına namaz kıldığında da, melaike ve mü'min insanlar cemaatine vekâlet ettiğini hatırlamalıdır.

Tefekkürünü biraz daha derinleştirirse mümin, iç içe şu üç dairenin merkezinde olarak bütün kâinatın ubudiyetini Rubûbiyyet dergâhına arzettiğini tasavvur edecektir:

1- Vücudundaki bütün âza ve zerreler cemaatinin

2- Melaike dahil bütün muvahhitler cemaatinin

3- O'nun Rabbü'l-âlemin olmasına mukabil bütün âlemlerin teşkil ettiği muazzam cemaatin; sözcüsü olarak küllî bir ubudiyet gerçekleştirecektir(25).

Cemaat namazına dahil olan mümin, kendi cüz'î, mütevazi ve kusurlu ibadetini, reddolunmayacak melaike, enbiya ve evliyanın niyazına ilhak ederek sunmaya cesaret ederken, o salih kulları da kendisine bir nevi şefaatçi yapmaktadır(26).

إِيَّاكَ نَسْتَعِين cümlesi, fiilin müteallakı göz önüne alınmaksızın veya müteallakı umumî takdir edilerek tefsir edilip şu mânâya gelir: "Ya Rabb! biz gerek Sana ibadet ve itaatimizde ve gerek diğer bütün işlerimizde ancak Senden medet umarız. Senden başka kimseden yardım dilenmeyiz. Seni tanımayan kâfirlerdir ki başkasından istiane ederler". Cenâb-ı Allah, Resulünün (a.s.m.) lisâniyle de, mümine yaptırdığı bu duâyı kabul buyurduğunu şöyle bildirmektedir: "Namazı (yani namaz sûresi olan Fatihayı) kulumla paylaştım, yarısı Bana diğer yarısı ona aittir. (Daha sonra ilk üç âyetin Allah'a, son üç ayetin kula ait olduğu bildirilip ortadaki bu ayet hakkında Kul إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyince Allah: "İşte burası Benimle kulum arasında müşterektir (ilk yarısı Bana, ikinci yarısı kuluma aittir) ve kuluma da istediği verilecektir" buyurur(27).

İşte böylece Fâtiha, Yüce Allah'ın zât, sıfat ve ef'âlini bildirdiği gibi O'nun kudsî ahlâkının da büyük bir nümunesini gösteriyor: Yoktan yarattığı bu mahlûkunu muhatap alıp, dünyada muvakkaten ihsan buyurduğu emanetlerini, o nimetlerin gerçek sahibi imiş gibi, yine onun için ebedileştirmek üzere ona taraf muamelesi yapıp hukuk tanıyarak mübadele ediyor(28).

Kul, Allah'ın râzı olduğu ubudiyeti yapıp dua makamına gelince, en mühim matlaba, yani sırât-ı müstakime hidayet istemesi bildiriliyor ki "hiçbir eğrilik ve meyil bulunmayan cadde, işlek geniş yol" olan Kur'ân yoludur. Bu tabirle, her türlü bozuk din ve ideoloji mücmel olarak reddedilir. Zira sırât-ı müstakim, hakkı bilmeyi, onu her şeye tercih etmeyi, ona teslim olup imkân nisbetinde onu hakim kılmak için gayret ve cihad etmeyi ihtiva eder(29).

Sırat-ı müstakîm, ifrat ve tefrit aşırılıklarından uzak, hayatın her sahasında muvazeneli hükümlere sahib olan İslâm dînidir. İslâm metodu, insanlığın râci olduğu şu üç temel faaliyeti, fert ve toplum plânında dengede tutmakla, sırât-ı müstakîmi gerçekleştirir: İnsana, menfaatlerini sağlamak üzere verilen kuvve-i şeheviyyenin (yani yemek, uyumak, cinsî hayat) ifratı fücur, yani helal haram demeden her şeyden istifade; tefriti humûd (isteksizlik), vasatı iffettir (helale isteği olup harama girmemek).

Zararları savmak için verilen kuvve-i gadabiyenin ifratı tehevvür, hiçbir şeyden korkmamaktır ki, bütün istibdat ve zulümler bunun eseridir. Tefriti cebanet, korkaklıktır. İtidali ise şecaattir ki dînî ve dünyevî haklan için canını feda edip meşrû olmayan şeylere karışmamaktır. Kuvve-i akliyenin ifratı cerbeze, yani hakkı batıl, batılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekâdır. Tefriti gabavet, hiçbir şeyden haberi olmamaktır. İstikameti ise hikmettir ki hakikati bilip uymak, batılı bilip kaçmaktır. Demek ki sırât-ı müstakîm, ideal faziletler mihrakı olan iffet, şecaat ve hikmetin mezcinden hasıl olan istikamettir(30).

Nazari kalmayıp, realitedeki tezahürünü göstermek için sırat-ı müstakîmin, Allah'ın, hidayet nimetine erdirdiği nebîler (a.s.), sıddîkler, şehidler ve salihlerin yolu olduğu (krş. Nisâ sûresi, 69) bildirilir.

Mahûd şeyler hakkında kullanılan ism-i mevsûl الَّذِينَ onların, Hz. Âdem (a.s.)'dan beri her zaman tarih sahnesinde çoklukla mevcut olup beşerî karanlıklar içinde elmas gibi parlayan nuranî zatlar olduğunu ifade eder ve o cemaatin ittifakına kulak verip, sağda solda oyalanmadan onları hak yoluna girmeye teşvik eder. Ayetteki أَنْعَمْتَ "in'âm ettiğin" fiili, doğru yol nimetine eriştirmekten kinayedir. Demek bu nimet, mutlak nimettir. Bunu elde edince, diğer nimetler gölge gibi onu takib ederler. Böylece anlaşılır ki sırât-ı müstakime erdirmek: hem en mühim yardım, hem de en büyük nimettir. Hem de o zâtlara izâfe edilen bu cadde, onların kendi vaz'ları olmayıp ilahî bir vaz' ve nimettir, ama ona mazhariyet ve o yola girmeleri itibariyle "onların yolu" sayılmaktadır. Böylece insanları eğitmekte pek mühim bir yeri olan örnek ihtiyacı tatmin edilmektedir. Sırat-ı müstakimin ne olduğu belirtildiği kadar ne olmadığı da sûrenin son kısmında bildirilerek bu yolun, Yahudiler misillü mağdûb, Hıristiyanlar misillü dâllîn(sapkın)(31) olan yakın zıtlar gibi, öteki uzak zıtların da aşırılıklarından uzak olduğu gösterilmiştir.

Bazı âlimlerimizin ciltlerle tefsir yazdığı, Hz. Alînin ise "İsteseydim Ummu'l-Kur'ân'ın (Fâtiha'nın) tefsirine dair yetmiş deve yükü eser yazardım"(32) dediği bu bereket kaynağı sûrenin sunmaya çalıştığımız kısa tanıtmasından da anlaşılmış olacağı gibi Fâtiha-i şerife Kur'ân'ın hülâsasıdır. Kur'ân mükemmel bir vücud, Fatiha onun başı, Besmele ise o baştaki taçtır(33) Hülâsa oluşu, tabiînden beri hemen bütün tefsirlerce belirtilir). Fakat bu fikrin tatbiki hususunda, aralarında ufak farklılıklar bulunur. Biz şunu zikredelim: Kur'ân'ın esas maksatları tevhid, nübüvvet, âhiret ve istikamet (ibadet ve adalet) olmak üzere dörttür. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ ve إِيَّاكَ نَعْبُدُ tevhîde, صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ nübüvvete, مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ âhirete, الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ise istikamete işarettir (35). Fatihada bu dört maksada başka işaretler varsa da biz bu kadarıyla yetinelim.

Şu halde Fatiha sûresi, Kur'ân'ın ve İslam'ın mükemmel ve ilahî bir hülâsasıdır.

Baş tarafında mebde' ve meada ait marifetullahı, İslâm dininin mevzusunu ve prensiplerini, ortasında Kur'ân ilminin asıl mevzu ve gayesini, yaratılışın en büyük kanunu olan "insanın, Allah'a müntesip ve ait olması" keyfiyetini, içtimaî ve hukukî prensipleri tebliğ ettikten sonra, üç ayette de hak yol olan İslam dininin efradını câmi, ağyarını mâni bir tarifini yapmış ve bunların hepsini, başındaki bir اَلْحَمْدُ لِلهِ cümlesine derc edip mer'iyyetini, Allah namına ilan eylemiştir. İslam'ı şöyle tarif ediyor: "Gadaba uğratmadan dalâlete düşürmeden, doğruca ve selâmetle Allah'a ve Allah'ın nimetlerine götürüp "el-hamdü lillah" dedirten ve bu sâfi nimetlere tam mânâsiyle ermiş, hakikaten mes'ud gayr-i mağdüb ve gayr-i dâll zevat tarafından takib edildiği tarihen sabit ve tecrübe ile bilinen, büyük, âşikâr hak yolu, istikamet yolu". Bu dîni benimsemenin ilk prensibi evvelâ Allah tealâyı tanımak, hakların, vazifelerin ve müeyyidelerin kaynağı olarak yalnız O'nun dînini bilmektir. Bu hususta amelî olarak tevfik taleb etmek sizden, hidayet Allah'tandır(36).

Fatiha, bu prensiplerin insanlığı ıslah ettiğine vakıayı da şahit gösterir. Peygamber efendimizin (a.s.m.) ve ashabının, sırat-ı müstakim sayesinde mazhar oldukları ilahî nimet ise bunun en aşikâr şahididir. Onun günümüzü de aydınlatamayacağını düşünmek, dünü aydınlatan güneşin bu günü de aydınlatacağını inkâr etmekten farksızdır. Binaenaleyh, Fatiha hakkında Peygamberimizin "Her hastalığın şifası"(37), ve "Kur'ânın en büyük süresidir(38) buyurmasına hayret edilmemelidir.

DİPNOTLAR

1. Âlûsî, Rûhu'l-meânî, 1,34.
2. Süyutî, el-İtkân, 1,151 - 154.
3. a.g.e., I, II
4. Beydâvî, Envârut-tenzîl. 1.4. Nesefî. Medârik. 1.4.
5. Elmalılı, Hak Dini, Kur'ân Dili 1.15-17: F. Râzî. Mefatîhu'l-ğayb. I.194: Beydâvi, 1.4
6. Bu mevzudaki hadisler için bkz. İbn Kesîr. 1.25-27; Cassâs. 1.13-17.
7. Suyûti, el-İtkân, I, III'de Ebû Dâvud ve Tirmizî'den.
8. S. Nursî. İşâratu'l-i'câz. s.15.
9. M. Şenkîtî. Edvâu'l-beyân. 1,101.
10. Beydâvî. 1.12; S.Yıldırım, Fatiha süresi tefsiri. s.21.
11. S. Nursî. Işârâtu'l-i'câz. S.16 Krş Taberi Câmiûl Beyan 1.62
12. F. Râzî. Mefâtîh. 1.180.
13. S. Kutub. Fî Zılâlil-Kurân. 1.16-17.
14. Bu iki vasıf hk. farkların tafsilatı için bkz. Âlûsi 1.58-66: S.Yıldırım. Kur'ân'da Tanrılık. s.103-10.
15. M. Abduh-R. Rıdâ. Tef. el-Menâr. 1.75.
16. İsârâtu'l-i'câz. s.17; S.Yıldırım. Fatiha süresi tefsiri. s.17-18.
17. S.Kutub, Fi Zilâli-Kurân. 1.18.
18. Beydâvî, 1-13. 19. Taberî. 1,61.
20. F. Râzî. Mefâtîh, 1.244-245.
21. Beydâvî. 1.14.
22. Elmalılı. 1,96.
23. Ibnu Kayyimi'l-Cevziyye. et-Tefsîru'l-kayyim. s.47.
24. Elmalılı. 1.110.
25. İşârâtu'l-i'câz. s.18.
26. F. Râzî. L.248-249.
27. Sahîhu Müslim. K.Salât. 38 ve dört ashâb-ı Sünen.
28. Elmalılı. 1.104-105.
29. Ibnu Kayyimi'l-Cevziyye. et-tefsiru'l-kayyim. s.49.
30. İşârâtu'l-i'câz. s.19-20: F. Râzî. 1.183.
31. Bu husustaki hadis-i şerif için bkz. Tirmizî. K.Tefsîr, Fatiha süresinin tefsirinde. M. A. Nâsıf, et-Tâc. IV. 37" (Ahmed Ibn Hanbel ve sahih diyerek İbnu Hibbân'dan), Taberî, i.185: Tefsîru'l-Menâr. 1.97.
32. Süyüti. el-İtkân. IV.200.
33. Elmalılı, 1.56.
34. Süyütî, el-İtkân, M. 318'de tâbîînden Hasanu'l-Basrî (r.a.) den.
35. İşârâtu'l-i'câz, s. 11 36. Elmalılı, 142-144
37. Süyütî, el-İtkân. iv.137'de Saîd İbn Mansûr ve el-Beyhakî'den.
38. Sahîhu'l-Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 9 ve dört ashâb-ı Sünen.

BİBLİYOGRAFYA

1. Kütûb-i sitte.
2. Taberî. Câmiu'l-beyân an te'vîli'l-Kur'ân. Kahire. 3.bas. 1378/1968. I.
3. Fahruddîn Râzî. Mefâtîhu'l-ğayb. Tahrân. 2. bas., c.l.
4. Beydâvî, Envâru't-tenzîl, (Şirbînî'nin hamişinde). Kahire. 1311. c.l.
5. Nesefî. Medâriku't-tenzîl. Kahire, 1385/1966. c. l.
6. İbnu Kayimi'i-Cevziyye. et-Tefsîru'l-kayyim
7. Süyütî. el-İtkân fi ulûmi'l-Kur'ân. Nşr. M.E.İbrahim. Kah., 1387. İ-1V.
8. M. E. eş-Şenkîtî. Edvâu'l-beyân fi îdâhi'l-Kur'ân. Riyad. 1403. el.
9. S. Nursî. İşâratu'l-i'câz. (Türkçe trc). Ankara. 1959. s.11-25.
10. M. Abduh - R. Rıdâ. Tefsûru'l-Menâr. Kahire. 4. bas.1373/1954. Kahire, c. l.
11. Elmalılı. M.H.Yazır. Hak Dini Kur'ân Dili. İstanbul. 1935.1.15-145.
12. Alûsî. Rûhu'l-meânî. Beyrut, (ofset bas.). I. 33-98.
13. S.Kütub. Fi Zılâli'l-Kuran. Beyrut. 3. bas.. tarihsiz, c. l.
14. Hasanu'l-Bennâ. Tefsîru Fâtihati'l-Kitâb, Beyrut. 1391/1972. s. 35-71.
15. Suat Yıldırım. Fatiha sûresinin tefsiri. Erzurum. 1979 (A. Ü. İslâmî İlimler Fak.), s. 1-26.
SÛRE VE ÂYETLER ARASINDA MÜNASEBETLER

Kur'ân-ı Kerîm'in sûre ve âyetleri arasında çok ciddi bir münasebet ve alâka vardır. Sanki Kur'ân, bir anda ve tek bir mes'ele için inmiş gibi bir tenâsüp arzetmektedir. Besmele ile Fâtiha sûresi arasında da aynı hususu görmekteyiz. Ancak bu münasebeti arzdan evvel bir iki mes'eleye temâsta fayda vardır:

Bir lâfzın ma'nâya üç şekilde delâleti olur:

Birincisi: Vaz' delâletidir. Her kelime, kendine ait bir ma'nâya delâlet eder ki, herkesin anladığı ve anlayacağı bu ma'nâya, ifade edilen lâfız vaz'edilmiştir; yani o lâfız, önce herkesin anlayacağı o ma'nâ içindir. Umum insanların anlayışı bu merkezdedir. Meselâ اَلْحَمْدُ ِللهِ dediğimizde 'Hamd âlemlerin Rabbi Allah'â mahsustur' ma'nâsı vaz'î bir delâlettir.

İkincisi: Aklî delâlettir ki, bir mertebe daha hâstır. Meselâ: Aynı cümlede, niçin اَلْحَمْدُ (hamd) önce, (lillah) sonra zikredilmiştir? 'Allah' lâfzının delâlet ettiği ma'nâlar nasıldır? gibi sorularla bazı hakikatlere yol bulma aklî bir delâlettir.

Üçüncüsü: Zevkî delâlettir; bu, ikinci mertebe olan aklî delâletin bir mertebe daha üstündedir. Havâssü'l-havâsa has bir husustur. Meselâ; اَلْحَمْدُ ِللهِ cümlesini meydana getiren kelimelerin sıralanışı ve eş anlamlılarına kıyasla bu kelimelerin tercih hikmeti gibi mes'elelerin yanında, zâhirden öte bazı ma'nâları duyarak zevketme bu ma'nâya dahildir.

İşte bu üç yolla Kur'ân-ı Kerîm'i incelemeyi denemek hem benim, hem de belki çoklarının başından aşkın bir mes'eledir. Bununla beraber Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'a hürmetimin ifadesi olarak O'nun bu cephesine temas etmeden geçmeyi de Kur'ân'a karşı hürmetsizlik ve sû-i edep sayıyorum. Anlatılan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'dır. Anlatmak istediğim mes'eleleri ben tam anlatamazsam, siz de tam anlamasanız dahi yine de anlayacaksınız ki, bu kelâm Allah Kelâmı'dır. İşte o anlamama içindeki anlama, idrâk gibi büyük ma'nâ ile Mevlâ'nın huzuruna gelip اَلْحَمْدُ derseniz tam halis bir teveccüh yapmış, belki de insanî mi'raca çıkmış olursunuz. Burada başka bir hususu da arzedeyim:

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın ma'nâsını detaylarıyla namazda düşünmek hoş görülmemiştir ve mekruhtur. Çünkü huzuru ihlâl eder. Namazda Kur'ân'ı Allah'ın kelâmı olma ma'nâsını, Mevlâ'nın huzurunda durmayı ifade eden ma'nâyı, onu idrâk edememe ma'nâsını müşâhede, mütalâa, tefekkür etme havası ve o havanın insan üzerindeki baskısı ve ağırlığı derken, derin bir haşyet ve saygı ile Allah huzuruna gelme ki, bence asıl üzerinde durulması gereken de budur.

Fâtiha sûresinin çeşitli isimleri vardır. Kur'ân-ı Kerîm, bu sûre hakkında 'es-Sebu'l-Mesâni' tâbirini kullanmıştır. Ayrıca Efendimiz'in dilinde bu sûreye 'Ümmü'l-Kitap' 'eş-Şâfiye', 'el-Vâfiye' denmiştir.

O, İlâhî bir hazinedir. Her dertli, derdinin çaresini onda bulur. Fâtiha halkı, Hakk'a ve Hâlık'a yaklaştıran sırlı bir sûredir.

Fâtiha sûresinin kendisinden sonraki sûrelerle ciddi bir alâka ve irtibatı olduğu gibi, kendisinden evvelki besmele ile de alâka ve irtibatı vardır ki, buna 'siyâk ve sibâk' denir. Zaten her söz sıyâk ve sibâkıyla değerlendirilir ve aradaki münasebetler de ancak bu şekilde tesbit edilmiş olur.

Fâtiha sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in ilk sûresidir. Dolayısıyla evvelinde başka bir sûre yoktur. Ancak, bu sûrenin başına takdir edeceğimiz bir fiil, Fâtiha sûresine sibâk olabileceği gibi besmele de ona sibâk olabilir.

Fâtiha'nın evveline bir, اِقْرَأْ (oku) veya قُلْ (söyle) fiili takdir olunur. Ebû Nuaym ve Beyhâkî'nin Delâillerinde, vahyin başlangıcına ait şu vak'â anlatılır:

Peygamber Efendimiz (sav) beşerin ızdırabıyla kalbi dilgir, insanlığı kurtarmak için bir mübarek mağarada çareler ararken, karanlık yerlerde Mehbit-i Vahy-i İlahiyye'ye, yani, İlâhî vahye almaya tam ma'kes olabilecek derecede semavîleşen mukaddes kalb-i pâkini feyz-i akdesten gelen nurlara yöneltip açtığı sıralarda, ara sıra ses duyuyordu. Ses duyulunca da koşa koşa eve geliyordu. Bir gün içini, o mübarek hayat arkadaşı ve hayatının sonuna kadar kendisine sadâkattan ayrılmayan Hz. Hatice'ye açmıştı.

O da elinden tutup O'nu amcazâdesi Varaka b. Nevfel'e götürmüştü. Varaka Hristiyanlığı kabul etmiş, Arapça İncil yazıp halka İncil'i anlatan bir zâttı. Allah Resûlü'nden evvel halka İncil'i gösteriyor ve bu Allah'ın kitabıdır diyordu. İncil'de Allah Resûlü'nün geleceğine dair işaret ve beşareti gördüğü için hemen hemen O'nun gölgesini başının üzerinde hissediyordu.

Kimbilir belki de etrafındaki çok kimselere bunu fısıldamıştı. Onun çok yukarılarda aradığı belli bir zaman sonra başının üzerinde bir rahmet bulutu gibi belirecek, beşeri sulayacak, yeryüzünün yeşermesine vesile olacak Hz. Muhammed (sav) onun yanına geliverdi: 'Ben kırlarda, sahralarda dolaşırken, mağaraya girip çıkarken, Rahmet Dağından aşağıya inerken, daima arkamda Ya Muhammed, Ya Muhammed... sesini duyuyorum' dedi.

Varaka İncil'de vahyin keyfiyetini gördüğü ve her Peygamberin Allah'a böyle muhatap olacağını bildiği için: 'Bir daha böyle seslenirlerse kaçma ve yerinde dur. Ne diyorlar dinle, belle ondan sonra benim yanıma gel' cevabını verdi. Allah Resûlü (sav), Varaka'nın dediğini yaptı. Hz. Cibril-i Emîn: 'Ya Muhammed!' dediği zaman Allah Resûlü yerinde durdu, durunca da vahiy başladı. Cibril nakletti, Allah Resûlü de belledi. Ve Fâtiha-yı Şerife'yi sonuna kadar okudu.

Cibril'in gelip Efendimiz'e ismiyle hitap ettikten sonra قُل: بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ * الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ diyerek bu ilk sûreyi getirdiği rivâyet edilmektedir. [fontrengi=#FF0000>(1) [/fontrengi>

Bu itibarla, Fatiha'nın sibâkında, yani evvelinde Cenâb-ı Hakk'ın 'oku!' veya 'söyle!' emirleri vardır. Ve Fâtiha bu iki kelimeden birine dayanmaktadır.

O, sûrelerin evvelidir. Onun içindir ki, her şey Fâtiha ile başlar. Zaten, bütün Kur'ân-ı Kerîm, esâs itibâriyle Vahy-i Semâvîye dayalıdır. Fâtiha da öyle. O da, Cibril vasıtasıyla beşerin en efdalinin pâk ve mübârek kalbine vahiy yoluyla gelmiştir. Geldikten sonra da öyle dal budak salmıştır ki, bütün beşeriyet ve cin âdeta O'nun siyânet kanatları altına sığınmıştır. O, beşerin her türlü derdine derman olacak şekilde kâfi ve vâfidir.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ (Bismillahirrahmânirrahim) ile Fâtiha'nın çok sıkı münâsebeti vardır. Âdetâ o, Fâtiha'dan bir âyet gibidir.

Onun içindir ki birçok fukaha بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ'i Fâtiha'nın yedi âyetinden biri saymıştır. 'Bismillah' ile Fâtiha arasında âdeta şiir ahengi içerisinde bir münasebet mevcuttur. بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ 'in ma'nâ-i münifini arzederken; Cenâb-ı Hakk'ın Celâli ile mahlukâtı çalkaladığını, yarattığını ve yokluğa varlık tohumu attığını, Hz. Muhammed (sav)'in çekirdeğinin nûru etrafında kâinatı geliştirip ma'nâlandırdığını ve kâinat ağacı insanı meyve verdirdiğini arzetmeye çalışmıştık. 'Bismillah' Allah'ın ismiyle başlar, Allah var başka bir şey yok. Ve sonra Allah (cc), besmelenin sonunda, Habibine ad olarak taktığı, 'Rahmeten lilâlemîn' ve 'Rahîm' dediği Hz. Muhammed (sav)'in nûrunu yarattı. O'nun nûrundan kâinat sıralanıp geldi. Hâdiseler zincirleme birbirini takip etti. Siz isterseniz onlara 'jeolojik devirler' , isterseniz 'gazların kaynaştığı devirler' deyin. Atılan çekirdek artık ağaç olmuş, büyümeye doğru gidiyordu...

Siz bağınıza, bahçenize meyve verecek olan bir ağaç dikersiniz. Bu ağacı diktikten sonra çeşitli devrelerde gösterdiğiniz çeşitli tımar ve ameliyelerle hep onu karşınızda görür ve nazarınızı daima onun başındaki meyvelere çevirirsiniz.

Hattâ ağacın kökünde hayatiyet olmayabilir, ağacın kabuğu ma'nâsız olabilir, meyve vereceği âna kadar açan dalı budağı, yaprağı hepsi de ma'nâsız olabilir. Fakat o ağaç esasen büyük bir ma'nâ için dikilmiştir. Sizin bakışlarınızın hedefi ağacın başında, çiçekler arasında arz-ı endamla size tebessüm edecek, kendini sizin kucağınıza atacak ve Allah tarafından konserve mahiyetinde hazırlanmış olan meyvelerdir.

Onun gibi Allah (cc) yokluğa Hz. Muhammed nûrunu tohum olarak attı. İşte bu varlık, ondan meydana geldi. İsterseniz, elektronlar ondan teşekkül etti, atom âlemi ondan hâsıl oldu diyebilirsiniz. Bütün bunlar bizim malûmat ve idrâkimizin dışında olan mes'elelerdir. Bildiğimiz bir şey varsa o da, Arş-ı A'zâm'dan bize doğru uzanan ve yokluğa atılmış Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde boy salan kâinat ağacıdır. Ve bu ağaç neticede meyve verdi. O meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hulâsası Allah'ın 'sâfi, öz, hulâsa' ma'nâsına 'Mustafa' adını verdiği Hz. Muhammed (sav)'dir.

İşte Bismillah bize bu ma'nâları ifade ediyor. Allah, Celâl'iyle kâinatı çalkalıyor, bir ağaç meydana getiriyor. Rahîmiyet'iyle bizlere irâde veriyor; kâinatın ma'nâsını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor. Bu ma'nâları ifade edince Bismillahirrahmânirrahim ile Elhamdülillah arasında münasebet kurabiliriz.

Besmelede Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bir câzibesi vardır. Hiçbir şey kendini bu câzibeden kurtaramaz.

Öyle ise Fâtiha sûresi de bu câzibeden uzak kalmayacaktır. Zaten biz, bütünüyle Kur'ân okumaya başlarken besmele ile başladığımız gibi, Fâtiha'ya da besmele ile başlıyoruz. Bu başlayışın altında bize ister istemez şu sorular yöneltilmektedir: Besmele'de, kendisini bu şekilde, Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle anlatan Cenâb-ı Hakk'a karşı siz nasıl mukâbele etmelisiniz? Bismillah'da, Celâl'iyle, Cemâl'iyle tecelli eden bu Câzibe-i Rahmet'e karşı, hangi sözle karşılık vereceksiniz? İşte bu mukadder sorulara bizim cevabımız اَلْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (Elhamdülillahi Rabbi'l-Âlemîn) şeklinde oluyor. Bununla, bizi bu kadar rahmetiyle kuşatıp besleyen Zât'a hamd ve senâlar olsun demek istiyoruz. بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ (Bismillahirrahmânirrahîm)'le Cenâb-ı Hakk, küllî ve umumî olarak tecelli ediyor ve Rahîmiyetiyle de bize kendi iradesinden bir irade veriyor ve artık eşyanın ma'nâsını anladığımıza göre, birşeyler alma yolunu açıp bize hidâyet ediyor. Yani, Allah, bizi önce varlığa, sonra insanlığa sonra da Müslümanlığa erdiriyor ve Besmele'nin sonundaki en son isimle şereflendirdiği ismin sahibine bizi ümmet kılıyor. Böylesine rahmet câzibesiyle çepeçevre bizi saran Allah'ın rahmeti, bize اَلْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dedirtiyor: Allah'a hamd olsun bizi var etti. Allah'a hamd olsun bizi insan olarak yarattı. Allah'a hamd olsun bizi Müslüman kıldı. Allah'a hamd olsun bizi insaniyet-i kübrâ (en büyük insanlık) sayılan Hz. Muhammed (sav)'e ümmet olma şerefiyle şereflendirdi...

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ (Bismillahirrahmânirrahîm)'de henüz doğrudan Allah'a yönelmeksizin dolaşıyor ve Allah'ın eserlerinde Allah'a ait delilleri araştırıyoruz. Sonra Allah (cc) Rabbülâlemin olarak kâinatı tesbih yapıp evirip çeviriyor ve bize büyüklüğünü gösteriyor. Sonra da hemen Fâtiha'da da 'er-Rahmâni'r-Rahîm' isimlerini mütâlâaya davet ediyor. Yani yeryüzünü bir nimet sofrası gibi merhamet ve şefkatiyle hazırladığını gösteriyor. Ve görüyoruz ki, kâinat âdetâ Rahmâni'r-Rahîm'le kaynayan bir şefkat dalgasıdır; dalgalar birbirini takip edip gitmekte, peş peşe merhâmet dalgaları oluşmakta ve bütün bunların ötesinde de Allah kendisini hissettirmektedir. Kendisini bize rahmetiyle böyle hissettiren Allah'ın sonsuz rahmetine karşı, bütün mahlûkatın ağızlarıyla, duyuşlarıyla ve kalbî hissedişleriyle اَلْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ diyoruz. İşte اَلْحَمْدُ ِللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ile بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ arasında böyle münasebetler var.

Biz araştırmalarımızı gâib (henüz Allah'a yönelmek sizin; üçüncü şahıs olarak) ve Allah'tan uzak olarak yapıyor ve bir ma'nâda Allah'tan uzak bulunuyoruz. Bismillah'ın başında da gaybûbet ve fark makamı olduğunu tasavvufî bir edâyla arzetmeye çalışmıştık. Bu makam, gaybûbet ve fark makamıdır. Halbuki cem' makamı, insanın kâinattaki bütün hakikatleri, teleskobik bir gözle kavrayıp, onunla Allah'ın huzuruna gelmesi şeklinde olur. Bunu şöyle arzedebiliriz:

Allah'ın büyüklüğüne uygun bir kavrayış ve idrak, insanın kalbinde o büyüklüğe uygun bir teveccüh ve Allah'a kulluk ancak bütün kâinatın ma'nâsını birden kavramakla olur. Bütün kâinatın ma'nâsını birden kavramak için de o sonsuz makamı görecek bir teleskop lazımdır ki, bu geniş dairede Allah'ın icraatını müşahede edebilsin, anlayabilsin, kavrayabilsin ve içinden geldiği gibi اَللهُ اَكْبَرُ diyebilsin veyahut da Allah'ı tesbih ve takdis edebilsin. Halbuki bütün bunlara kâmil ma'nâda ulaşamadığımız için biz daima gayb makamında bulunuyoruz ve gayba imân ediyoruz.

İnsan kâinattaki geniş tasarrufa baktıkça Allah'a doğru bir kurbiyet ve yaklaşma kazanır. Kazanılan bu kurbiyet ve yakınlık onun içindeki buzları çözer ve eritir. Artık o, o güne kadar anladığı şeylerden çok başka şeyler hissetmeye başlar ve sonra كُلُ مَا خَطَرَ بِبَالِكَ فَااللهُ وَرَآْ ذَلِكَ hakikatına yükselir. Bu öyle bir zirvedir ki akla ne geliyorsa verâsında Allah vardır. Meselâ çiçeğe baktığınızda kalbinizde 'onu o vaziyette tanzim eden Allah'tır' hissi belirir. Ağacın başındaki meyveyi gördüğünüz zaman, bunu böyle tasvir eden, buna bu şekli veren ve onu böylesine kıvâma getiren Allah'tır hakikatı içinizi sarıverir. Ve kendi nev'inizin sîmâsında, bütün güzelliğiyle Rahmân ve Rahîm'in tecellisini müşâhede edersiniz.

İşte bütün bu duyuş, görüş ve hissedişlerle insan, gaybûbet (uzakta ve 3. şahıs olma) makamından kurtulmak için çırpınıp durur. Ve derken kalp ve vicdanında Cenâb-ı Hakk'a karşı 'Sen' diyebileceği bir 'sen' hissi belirir. Ve bu his belirir belirmez, o, kendini Mevlâ'nın huzurunda hisseder. Diğer bir tabirle, kendini Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın isimlerinin halitası önünde görür. Ve bütün samimiyet ve içtenlikle: إِيَّاكَنَعْبُدُ 'Yalnız sana kulluk yaparız' der ve Allah'a 'sen' diyebileceği makama erer.

Sultan'ın huzuruna çıkılırken hediye ile çıkılır. Allah'a vereceğimiz hediye ise, Cenâb-ı Hakk'ın bizi yaratmada tuttuğu maksat olacaktır. O da Ma'rifet-i İlâhi'dir. Biz, O'nu bildiğimizi O'na takdim edecek, zimamın O'nun elinde olduğunu kabullenecek ve ancak bu sayede vicdanımız 'sen' diyeceği muhâtabını bulmuş olacaktır. Esasen vicdanımızdaki Allah'a ait bu duygu yaratılıştandır. Ancak, vicdanımız üzerine konan tozu, toprağı süpürdükten sonra, yani 'Rabbülâlemin'in icrâatını ve rahmetle tecelli ettiğini gördükten sonra içimizdeki toz toprak silinecek ve apaçık 'sen' ortaya çıkıverecektir. Ondan sonra 'sadece' ma'nâsını ifade eden إِيَّا 'ya 'sen' ma'nâsına gelen ك 'i ekleyecek ve كَنَعْبُدُ وَ إِ يَّا 'Ancak Sana kulluk yapıyoruz' diyeceğiz.

Kul bu yakınlığı kazandıktan sonra اهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ der. Zirâ o, kulluk mükellefiyetinin altından, ancak böyle bir yardım talebiyle kalkabilir. Artık arada vasıta ve vesile de yoktur. Hitap makamına yükseldiği böyle bir an ve zamanda, elbette yardımı da sadece Allah'tan isteyecektir. Çünkü o, her şeyin ötesinde, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve azametini müşahede etmiş ve gayb makamından hitap makamına da ancak bu sayede ermiştir.

Ve sanki insan, bu makamda kendisine bir fırsat ve selâhiyet verildiğini keşfeder gibi olur. Binaenaleyh, onun bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Bu itibarla istenmeye en lâyık husus ne ise o istenmeli ve bu fırsat kaçırılmamalıdır. Onun içindir ki, hiç vakit kaybetmeden, doğru yola hidâyeti taleb sadedinde اِهْدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ der ve Rabbinden kendini sırât-ı müstakîme ulaştırmasını ister.

Demek oluyor ki, ezelde ve besmelede gizli olan hakikat, Fâtiha'da ve şu anda bizim hâlihazır durumumuzda açık bir konuşan olmuştur. Bu muammaya parmak basan Nebiler Sultanı: 'Allah, kendi kelâmında kullarına zuhur etmiştir. Fakat onlar O'nu göremezler' sözüyle bunu ifade etmektedir.

Bütün bu anlattıklarımız 'Bismillahirrahmânirrahîm' ile Fatiha'nın münasebeti idi. Böylece hep beraber görmüş olduk ki, bu ikisi bir şiir ahengi içerisinde ve birbirine çok sıkı bağlanmış durumdadır. Besmelenin siyâkıyla alâkalı münasebette de birçok nükteler vardır: Nasıl ki biz, besmeleye dayalı Fatiha'da tam huzura erebiliyorsak, öyle de Fatiha'nın bizzat kendisinde de bu huzuru bulmamız mümkündür.

Zira Fatiha ile 'Rabbülâlemin' ünvanının Sahibi, bizim elimizden tutar ve bize kâinatı gezdirir. Biz eşya ve hâdiseleri işte bu 'Rabbülâlemin' ünvanı altında kavrar ve idrâkına ereriz. Kâinatta câri bütün kanunlar, namuslar ve bütünüyle fıtrat, Cenâb-ı Hakk'ın bu ünvanına bağlı olarak cereyan etmektedir. Ancak, hâdiseler dehşet verici ve ürkütücüdür. Sadece bu ünvana bakan insan hayret ve dehşetten dona kalır. İşte burada, 'er-Rahmân' ve 'er-Rahîm' isimleri imdada yetişir ve ünsiyet verir. O Allah ki, sonsuz bir şefkat ve merhamete sahiptir, öyleyse O'nun saltanat ve mülkünde korku ve dehşete yer vermek gereksizdir.

Aynı zamanda O, Din Günü'nün sahibidir. İyilerin mükâfat, kötülerin ceza göreceği o günün varlığı, bir insanın huzuru tadabilmesi için en lüzumlu bir husustur. 'Zira huzurlu olabilmek için huzursuz olmamak kâfi sebep değildir. Huzur, bizzat var olmalıdır.' Bu var olma ise, ancak ve ancak gücü, iyilere mükâfat, kötülere ise ceza vermeye kâfi bir zâtın öyle bir güne sahibiyetiyle mümkündür. Ve işte insan, Fâtiha'nın içinde dolaşırken, onda, siyâk itibariyle böyle bir huzura erer. Erer çünkü o, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyecek ve Cenâb-ı Hakk'a bizzat muhatap olacak bir makama yükselmiştir.

Böylece anlıyoruz ki, Fatiha, hem siyâk hem sibâk itibariyle bir bütünlük arzediyor. Zira Fatiha'nın Kur'ân'la öyle bir alâkası var ki, sanki tek başına bir yıldız gibi ve diğer gezegenlerle hiçbir bağı yok ve âdeta bir güneş gibi tek başına dolaşıyor, ama sanki diğer sistemlerle içli-dışlı. Yıldızlar Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerine, sûrelerine çok benzerler. Zirâ Kur'ân âyetlerinin bir ma'nâsı da 'Necm'dir. Necm, aynı zamanda yıldız demektir. Semânın yıldızları nasıl hem aynı hem gayrı, hem bağlı hem kopuk; öyle de Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın âyetleri dahi sanki müstakil ve sanki birbirine bağlı, işte böyle bir nizâm ve âhenk içindedir.


1. İmam Ebu'l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vâhidî en-Neysâbûrî, Esbâbu'n-Nüzûl, s; 12.

Yeni Ümit Dergisi (4. Cilt Nisan, Mayıs, Haziran )
Kur'ân-ı Kerîm'i ve sair kitapları da içinde taşımaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'i bize gönderen Allah'a hamd ve sena olsun. Biz Allah'a kulluk yapmayı, O'nu sena etmeyi, peygamberlere karşı ta'zimat ve tekrimatı ancak Kur'ân sayesinde öğrendik. O Kur'ân gelmeseydi; biz hamdetmeyi bilemeyecek ve Allah'a kulluğun keyfiyetini anlayamayacaktık. Binaenaleyh Kur'ân nâzil olması suretiyle biz kulluğu ve Allah'ı öğrendik. Allah'a karşı kulluğumuzu ancak o kitaptaki programa göre yapıyoruz. Böyle bir program olmasa idi kulluk da olmayacaktı. O zaman yaptığımız hareketler bir toteme, bir puta ve bir heykele yapılan şeylerden farksız olacaktı.

Kulluk, beşerin fıtratında vardır. Allah (cc), insanı yaratırken, kul olacak fıtratta ve kıvamda yaratmıştır. Ancak beşer çok kere bunu kötü ve yanlış yere kullanmıştır. Taş, ağaç, yıldız, ay ve güneş gibi ibâdete aslâ liyakatı olmayan, Allah'ın mahlûku, aciz, zayıf varlıkları kulluk mihrabına dikmiş ve böylece, ulvilerin ulvisi kulluk makamından, süflilerin süflisi şirk ve küfür derekesine düşmüştür. Aslında bu netice dahi bize, biraz evvel söylediğimiz hakikati anlatıyor; kulluk, fıtratta var olan bir duygudur. İnsanlar hakiki ma'bûdu bulamadıklarında, bir sürü ma'bûdlar uydurarak onlara serfürû etmeleri bu tabiî hâlin inhirafından başka birşey değildir.

Halbuki fıtrat dini olan Hanifiyetin büyük önderi Hz. İbrahim, Kur'ân'ın ifadesi içinde, bütün esbap ve vesâiti ayaklar altına alarak, Allah'a yükselmenin yol ve usûlünü göstermektedir. O, parıl parıl parlayan ve insana göz kırpan yıldızların, ma'bûd kabul edilemeyeceğini, yine onların gaybubiyetiyle ilan ederken, ay ve güneşin ufûlüyle de aynı hususa parmak basıyor ve ufûl edip gidenlerin ma'bûd olamayacağını, her seviyedeki insanın anlayabileceği bir dil ve üslupla ifade etmiş oluyordu. İşte beşer bunu idrak ettikçe, Hz. İbrâhim:

إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفاً

'Ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim'(En'âm, 6/79) deyişindeki mânânın yükseltici halkasına tutunup, nûranî helezonlarla yükselecek, kemâl ve zirve noktası olan kulluğa çıkacak ve insanlığın ne demek olduğunu da, ancak bu yükselişle anlayacaktır.

İnsanlık, bu seviyeye peygamberler sayesinde ve onların vasıtasıyla ulaşır. Peygamberlerin aydınlık yolunda kalp gözünden perdenin kalkmasıyla insan, Cenâb-ı Hakk'la âdeta yüz yüze gelir ve O'nu seyreder. Zaten mübârek bir sözde O, 'Ben arz ve semâya sığmadım, mü'min kulumun kalbine sığdım' demektedir ki, bu sırra ermek de ancak kullukla olur. Bu öyle bir sırdır ki sadece yaşanır.

Onu kitaplar yazmaz ve velî onu ifadeden acizdir. Hatta az kimse müstesnâ, insanlar Kur'ân tilâvetinde dahi bu hisse ulaşamazlar. 'Bu öyle bir hâldir ki, bütün vasıta ve vesileler artık silinmiştir. Gönül sultanı kendi sarayına teşrif etmiştir. Ve o anda insan kendinde değildir. Kendisini dahi unuttuğu bir hâl içinde kararsız, hayret ve hayranlığın doruğunda bulunmaktadır. Bu halde olan bir insan ne der? Hâl ve durumunu nasıl anlatır? İşte bu durumda bazıları هُوَ لاَّ موجود إِلاَّ demiş. Diğer bazıları da, bu hallerini هُوَ لاَّ مشهود إِلاَّ ile anlatmaya çalışmıştır. Bir diğer grup da 'Kâinatta O'nun tecellisinden başka bir şey görmüyorum' diyerek kendisine göre bir üslupla bu hâli anlatmak istemiştir. Fakat ne denirse densin, ne söylenirse söylensin, esâs duyup hissedilenler yanında bu ifadeler sadece insana bir nefes aldırmak içindir. Yoksa meselenin esasını kelimelerle ifade kat'iyen mümkün değildir.

Beşer, tevhid ve Allah'a imanla huzura kavuşur. Ve الْحَمْدُ للّهِ deyişimizin altında, kendini bize tanıtan ve bu tanıtışıyla bizi tevhide erdiren, Cenâb-ı Hakk'ın bir lütfuna karşı da, şükranımızı arzediş mânâsı vardır.

Birlik, Allah'ın lâzım-ı gayr-i mufârıkıdır. Allah'ı düşünüp de O'nu 'Bir' düşünmeme mümkün değildir. Fakat biz bunu lafzan da ifade ediyor ve الْحَمْدُ للّهِ diyoruz. Böylece, Allah bir tane olduğu; hayır-şer, iyilik-kötülük elinde bulunduğu; bütün hasenât ve seyyiât O'nun yanında tesbit edildiği ve hasenâtın mükâfâtını, seyyiâtın cezasını verecek de O olduğu için biz hamdi Allah'a tahsis ediyoruz.

Kâinatta zerre kadar şirke mahâl yoktur. Bürhân-ı temânü' ve redd-i müdâhale kanunu şirki şiddetle reddetmektedir. Bir köyde iki muhtar, bir kasabada iki müdür, bir beldede iki kaymakam, bir vilâyette iki vali olmaz; keşmekeşlik olur. Bu durum gösteriyor ki hâkimiyet şerîk kabul etmez. Kâinattaki düzen, intizâm ve nizâmıyla kendini hissettiren Allah'ın eşi, ortağı olamaz. Allah O'dur ki, kudretine nisbeten bir zerreyi yaratmakla kâinatı yaratmak arasında fark yoktur.

Aynı kudretle, insanı yarattığı gibi bütün kâinatı; bir çiçeği yarattığı gibi bütün bir baharı; baharı yarattığı gibi bütün dereceleriyle cenneti; ve bütün tazeliğiyle ebediyeti yaratır. Öyleyse hayâli ifsât edip fâsık kılacak ve gönül huzurunu silecek şerik tasavvuru insanı tedirgin ve rahatsız etmeden başka, onun düşüncesini dağıtacak, düşünce sistemindeki birliği bozacak zihnî bir marazdan başka birşey değildir. لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا 'Gökte ve yerde Allah'tan başka bir ilâh olsaydı, gök ve yer fesada uğrardı' (Enbiya, 21/22) âyet-i kerimesi kelâmcıların 'bürhan-ı temânü' adını verdikleri delille çok sarih olarak bize bu hakikati anlatmaktadır.

Onun için biz esbabı azlediyor, Hristiyanların düştüğü vartaya düşmekten kaçınıyor, hatta gönüllerimizin sultanı Hz. Muhammed (sav)'e dahi, şirki işmam eden bir muhabbetin kalbimize girmesine asla meydan vermiyoruz. 'Allah'ın hakkı Allah'a râci, Peygamberimizin vesileliği de Peygamberimize râcidir' diyor, dengeyi muhafazaya çalışıyoruz.

Allah, o Allah'tır ki gökleri ve yeri elinde tutup bütün kâinatı idare eder. Hz. Muhammed (sav), o Sultan'dır ki Ma'bûd u Mutlak'ı görmüş, O'ndan emirler almış, itikat ettiğimiz akâidi, ayne'l-yakîn müşâhede etmiş, yaşadığımız şeyleri bizzat yaşamış, müşâhedenin, yaşamanın, görmenin kendisinde hasıl ettiği yakîn ile karşımıza çıkmış, kendisi tereddüt etmeden inandığı gibi, bizleri de böyle bir inanışa davet etmiştir. O'nun gönlünden çıkan en tonlu ifade ve sözler bütün mü'minlerin gönlünde de ma'kes bulmuştur.

Düşünün ki, aradan ondört asır geçmesine rağmen Resûlullah'ın ma'rifet deryasına attığı cevherlerin meydana getirdiği dalgalar mütedâhil daireler gibi yirminci asrın sâhiline kadar gelip ulaşmıştır. اللّهُ لاَّ إِلَهَ إِلاَّ kudsî hakikati, Allah'ın Ma'bûd u Mutlak olduğunu, kulluk ve ibâdetin sadece O'na yapılıp, sadece O'nun karşısında serfürû edilmesi gerektiğini anlattığı gibi, Hz. Muhammed'in (sav) O'nun elçisi ve kâinat sarayında O'nun teşrifatçısı olduğunu da dile getirmektedir.Bu kelâm gönül evimizde bir hisse Allah'a, bir hisse de Resûlullah'a ayırıyor ve biz اللّهُ لاَّ إِلَهَ إِلاَّ hakikatini böyle anlıyoruz.

Mü'min işte bu imânı elde edip her şeyi Allah'ın yed-i kudretine verdikten sonra, kâinattaki bütün eşya ile bir münasebet kurar. Artık onun ruhunda vahşet, tiksinti ve ürküntü yoktur. O taş, toprak, kuş, ağaç, hülasa bütün hayvanat ve bütün nebâtâtla kardeş olur. Mü'min, kâinata mehd-i uhuvvet (Kardeşlik beşiği) nazarıyla bakar. Çünkü her şey 'bir' den gelmiş ve neticede 'bir'e dönecektir.

İnsan, ceset ve eşbahıyla haşrolacağı ânâ kadar, ruhuyla Allah'a bağlı kalacaktır. Daha sonra da yere dönecek ve Mevlâ'sını apaçık görüp mevcûdiyetini hissedecektir.

Uhud savaşından dönerken Allah Resûlü, başı yarılmış, dişi kırılmış, mecruh ve yaralı bir haldeydi. Emir dinlemedeki nezaketi o gün için kavrayamamış olan sahabi yüzünden, mutlak bir galibiyetten olunmuştu.

Buna rağmen O, bütün varlıkla kurduğu sevgi ve dostluğu perçinleştirircesine: احد جبل يحبّنا ونحبّه 'Uhud bir dağdır. O bizi biz de onu severiz' (1) buyurmuştur. Bu sevgi atmosferi, hata işlemiş sahabi ruhunda öyle bir emniyet hasıl etmiştir ki, o anda söylenecek başka bir söz belki bu tesiri icra edemezdi. Ancak, biz bu hâdiseyle, meselenin ayrı bir yönüne bakmak istiyoruz.

O da Allah Resûlü'nün eşya ile olan münasebetidir. Sanki o anda Uhud dağı, üzerinde birçok mü'min şehit düştüğünden ve kâinatın yaratılış gayesi olan Nebî'nin dişinin kırılmasından dolayı ürkmüş, irkilmiş vaziyetteydi. Ve işte Allah Resûlü, bu ifadesiyle Uhud'a teselli veriyordu.

Başka bir defasında da, üzerinde bulunduğu dağ sarsılınca أثبتْ يا جبل وإنّما عليك النبيّ والصدّيق والشّهيدُ buyurarak, 'Dur ey dağ senin üzerinde Nebî, Sıddîk ve bir de Şehit var' (2) demiş ve O'nun emri üzerine de dağ durmuştu. Belki son durum itibariyle bu bir mu'cizeydi. Ancak evvelki hâl Efendimiz'in her zamanki tavrıydı. O, eşya ile münasebete geçiyor ve bütün bir kâinata ‘kardeşlik beşiği' nazarıyla bakıyordu.

O'nun, hayvan, ağaç, taş ve daha nice varlıklarla konuştuğu tarihçe müsellemdir. Ve bir mü'minin de, Allah Resûlü'nün bu hareketinden alacağı ders ve ibret cidden büyüktür.

Bu hakikata ulaşma da ancak, tevhide ermek ve herşeyin 'bir' den gelip 'bir'e rücû edeceğine tam ve yakînî bir imanla inanmakla mümkündür.

Onun içindir ki Allah Resûlü (sav) imanın tercümanı olan اللّهُ لاَّ إِلَهَ إِلاَّ cümlesini şu mübarek sözüyle şöylece tavsif ediyor: أفضل ما قالت انا والنبيون من قبلي لاَّ إِلَهَ إِلاَّ اللّهُ 'Ben ve benden evvel bütün peygamberlerin söylediği en faziletli, en hayatbahş, en mânâlı, en tonlu ve çaplı ifade اللّهُ لاَّ إِلَهَ إِلاَّ ifadesidir.' (3) Allah'tan başka yaratıcı ve Ma'bûd, Allah'tan başka kendisi için mest ve sermest olunacak varlık yoktur.

Tevhid akîdesini الْحَمْدُ للّه ِ kudsî cümlesinde bulduğumuz gibi, meleklere imanı da aynı cümle içinde bulmaktayız. Zira bu cümlede, en ulvî şekilde Allah'a hamd etmek mânâsı vardır. Halbuki zaaf ve isyanlarıyla insan, çok kere, esas ulviyetine layık şekilde Hamd etmekten uzaktır. Demek ki, isyan ve nisyan kendilerine ârız olmayan ve daima Allah'a kulluk yapıp O'nu yâdeden kullar olmalıdır. Evet, Allah'ın böyle mükerrem kulları vardır ve dinde onlara 'melek'denir.

Hz. İbrahim Hakkı:

'Hakk'ın mükerrem ibâdı melekler yerde, göklerde,
Avâmından avâm-ı nâsı efdâl eylemiş Allah.'ifadesiyle bize bu hakikatî anlatmaktadır.

Ayrıca, bu kudsî cümle içinde, yapılacak kulluk ve ibadette, meleklere benzemeye teşvik vardır. İsyansız ve nisyansız kulluk yapmak isteyenler meleklere benzemelidir. Bir fark var ki, insan, meleknümûn kulluğu sayesinde, meleklerden üstün hâle gelir. Zira, ondaki zaaflar tekemmülü için bir vesile olur. Halbuki meleklerin makamı sabittir. Diğer taraftan, insan halife olarak yaratılmıştır.

Melekler mutlak bir itaat içinde, fıtratlarına tevdi edilen vazifeyi yapmaktadırlar. O melekler ki, Rabb'leri onları şöyle tavsif etmektedir لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ 'Onlar Allah'a, Allah'ın emrettiği şeylere asla ve kat'a başkaldırmazlar ve harfiyyen Allah'ın emirlerine itaat ederler'(Tahrim, 66/6).

İnsan da en az onlar kadar yaratılış gayesine uygun hareket etmelidir ki, hilafet gibi bir pâye ile şereflendirilmenin şükrü edâ edilmiş olsun. Aynı zamanda bu kudsî cümlede, Allah'a karşı ibadetlerini takdim eden diğer varlıklara -sadece bu yönleriyle- benzemeye de teşvik yapılmıştır. O varlıklar ki Rabbilerine karşı: قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ 'Biz itaat ederek geldik' demişlerdi (Fussilet, 41/11).

الْحَمْدُ للّهِ Kur'ân-ı Kerîm'i ve sair kitapları da içinde taşımaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'i bize gönderen Allah'a hamd ve sena olsun. Biz Allah'a kulluk yapmayı, O'nu sena etmeyi, peygamberlere karşı ta'zimat ve tekrimatı ancak Kur'ân sayesinde öğrendik. O Kur'ân gelmeseydi; biz hamdetmeyi bilemeyecek ve Allah'a kulluğun keyfiyetini anlayamayacaktık.

Binaenaleyh Kur'ân nâzil olması suretiyle biz kulluğu ve Allah'ı öğrendik. Allah'a karşı kulluğumuzu ancak o kitaptaki programa göre yapıyoruz. Böyle bir program olmasa idi kulluk da olmayacaktı.

O zaman yaptığımız hareketler bir toteme, bir puta ve bir heykele yapılan şeylerden farksız olacaktı. Öyleyse kulluk dediğimiz zaman, kulluğun programı olan kitabı düşün-memeye imkân yoktur.

Meleğin dilinde, Nebinin tebliğinde, Allah âleminde, kelâm sıfatı muhtevasında kitabı düşünmeden kulluğu ve Ma'bûd-u Mutlak'ı düşünmek mümkün değildir. Böylece, bir taraftan bize hamd ettiren kitap, diğer taraftan hamd, senâ ve şükrün keyfiyetlerini talim etmesiyle الْحَمْدُ للّهِ kudsî cümlesinde matvî bulunmaktadır.

Kitap, melek ve meleğin emir getirmesi düşünülür de şu kâinatı en güzel bahçe gibi hazırlayan, en müdebdeb bir bağ haline getiren, bizleri çeşit çeşit nimetleriyle perverde eden, sonra bu nimetlerin arkasında kendisini bize tanıttırmak isteyen, tanıttırmak isterken de ezelî ve ebedî hutbesi olan Kur'ân-ı Kerîm'le o nimetleri anlatan Allah (cc)'ın o kitabı bize tebliğ edecek bir keşşâfı, bir Yaver-i Ekrem'i ve şu kâinat sarayına gelecek seyircilere, şu muhteşem meşherdeki esrârı şerhedip anlatan bir dellâlı olmaması muhaldir.

Onun içindir ki peygamberlerin gönderilmesi lüzumlu bir keyfiyet arzetmektedir. Ve الْحَمْدُ للّهِ ifadesinin altında peygamberler de vardır. Aslında bu kelimeyi telaffuz etmekle sanki biz Allah'ın peygamberler göndermesine karşılık da hamd etmiş oluyoruz. Zaten peygamberlik kafilesinin kâfiyesi olan Hz. Muhammed (sav)'in adı da hamd kökünden gelmektedir.

'Ahmed-i Mahmûd-u Muhammed derler sana' diyen şair, O'nun hem Ahmed, hem Mahmud ve hem de Muhammed olduğunu anlatmaktadır. Evet O, hem çok hamd eden, hem Allah'ın matmâh-ı nazarı, hem de ferd-i ferîd makamının tek ve yekta sahibidir.
الْحَمْدُ للّهِ kudsî cümlesini candan ve gönülden söylemek ve bunda müdâvim olmak bize öldükten sonra dirilmeyi de hatırlatır.

Zira, devam etmeyen nimet, nimet değil nikmettir. Nikmet ise, insandaki dostluk ve muhabbet duygularını düşmanlık ve nefrete tebdil eder. Dünyada kendisini bunca nimetleriyle tanıtan, sevdiren bir Rahmeti Sonsuz, bu dünyada kendisine hamdettirirken, nimet ve rahmetini kesmek suretiyle, edilmekte olan hamde hâtime çektirmeyecektir. Aksine, ebedî bir hayatta, insanlara ebedî olarak hamdettirecektir.

İnsanlar hamdederek yaşıyor ve ahirette hamdederek yeniden dirilecek ve mü'minler meleklerin teşrifatçılığı ile cennete girdiklerinde, الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي صَدَقَنَا وَعْدَهُ (Zümer suresi 74.ayet) diyerek va'dinde duran ve kendilerine cenneti bahşeden Rabb'lerine hamdedeceklerdir.

Demek oluyor ki, bu kudsî ve mübarek cümle Kur'ân'ın esas gaye ve hedefi olan dört ana meseleyi icmâl edip içinde sakladığı gibi, imanın bütün rükünlerini ve ibadetin bütün çeşitlerini de ihtiva etmektedir. Hakiki hamd madem ki, cennette devam edecektir. O halde cennete ehil hâle gelmek dünyada hamdetmek ile mümkün olacaktır. Ve insanı cennete ehil hâle getiren de ancak ibadet ve takvadır ki, bu hususlar Kur'ân'da tafsil edilmiştir. Dolayısıyla hakiki olarak الْحَمْدُ لِلَّهِ demek bütün Kur'ân'ı kendine rehber edinmek ve bütünüyle İslâm'ı yaşamakla olacaktır.

İstidrâdî bir fasıldan sonra, şimdi de الْعَالَمِينَ kelimesi üzerinde duralım. رَبِّ kelimesine yukarıda bir nebze temas etmiştik. Mevzûnun sonunda bu iki kelimeyi yine değişik bir zaviyeden tahlil edeceğiz.

الْعَالَمِينَ 'Âlemler' mânâsına gelir. Bu kelimenin başında bir lâm-ı tarif vardır. Lâm-ı tarif ahd için kabul edilecek olursa Cenâb-ı Hakk'ın bildiği, sayısız ve sınırsız bütün âlemler kasdolunuyor, demektir. Âlem ise alâmetten gelen bir kelimedir. Zerreler âleminden, yıldızlar âlemine kadar her âlem, Cenâb-ı Hakk'a ait bir alâmet ve bir delil olması hasebiyle, âleme âlem denilmiştir. Ruhlar âlemi, eşbah âlemi, misal âlemi, berzah âlemi ve daha nice âlemler...

Bu mânâsıyla âlem ne güzel şeydir ki, onunla Allah bilinir, kâinat ne kadar eşsiz bir tablo ki, o tabloda Allah müşâhede edilir; elvan elvan kâinattaki cemâl dalgaları ne tatlı şey ki, onda cemîl-i mutlak ve kemâl-i ale'l-ıtlakın cemâl ve kemâli görülür. Cemâl ve kemâle ermek ise görmeye bağlıdır. Bu da ancak devamlı düşünen bir beyi-ne ve gönüle müyesser olur. Kâinatta hiçbir varlık abes ve boş yere yaratılmamıştır. Bu hakikat teemmül ve tefekkürle inkişaf eder. İşte bu inkişaftır ki, رَبِّ الْعَالَمِينَ olarak kendini tanıtan Mevlâ'yı anlama ve idrâk mevzuunda önümüze yeni yeni ufuklar açar.

Hz. Ömer (ra) devrinde, çekirge kahtı oldu ve çekirgeler birden bire ortadan kalkıverdi. Hz. Ömer çok mahzun ve mükedder oldu. Yemen, Şam ve ırak'a gidenlere 'Oralarda çekirge görürseniz bana haber verin' diye tembihlerde bulundu. Sonra Yemen'den gelen birisi elinde bir avuç çekirge ile geldi ve bunları halifenin önüne attı, atınca da halife: 'Allahu Ekber' dedi. Orada bulunanlar: 'Ey Allah'ın Peygamberi'nin Halifesi biz bu hareketinizi anlayamadık?' dediler. Cevaben şöyle buyurdular: 'Allah Resûlü'nden şöyle işittim:

(إنّ الله خلق الف أمّة ستّ مأة منها في البحر واربع مأة في البر فاوّل شيء يهلك منها الجراد ثمّ تتابعت فإذا هلك تتابعت مثلالنّظام إذا قطعت قيه (او كما قال

Allah bin ümmet yaratmıştır. Bunlardan altıyüzü denizde dörtyüzü de karadadır. Ümmetlerden biri de çekirge ümmetidir. Yeryüzünde ilk defa helak olup yok olacak çekirgedir. Onlar yok olduktan sonra, diğerlerinin yok olması onu takip edecek ve teker teker her ümmet helâk olup gidecektir.' Ben de âlemin nizamının benim zamanımda bozulmasından ve ahengin değişip kıyametin kopmasından endişe ettim.'

Hz. Ömer'in bu sözünde, yukarıda arzetmeye çalıştığımız tefekkür ve tedebbürün mânâsı gizlidir.

Batılı bir mütehassıs 'kelaynaklar' öldüğü zaman endişesini izhar etmiş ve 'Niye endişe ediyorsun?' diye soranlara da şöyle cevap vermişti: 'Sâni-i Âzâm'ın, âlemler adına kâinatta yarattığı her şey bu kâinatın tamamlayıcı cüzleridir. Bunlardan bir tanesi eksildiğinde dünyada bir eksiklik meydana gelir.

Yılan, akreb, bit, pire ve sizin ağaçlarınıza musallat olan parazitlerin varlık içinde birer yeri vardır ve bunlar âdeta kâinatın tamamlayıcı unsurlarıdır. Hâlık-ı Âzâm bunlarla kâinatı tamamlamış ve hikmetini bunlarla ikmâl etmiştir.

Binaenaleyh birinin eksilmesi kâinatta bir eksikliktir ve bu eksiklik birbirini takip edecek ve kâinat sona doğru gidecektir. Nasıl ki insan vücudunda, vücut için lüzumlu maddelerden bir tanesi dahi eksik olsa, bu eksiklik başka arızalar doğurur, derken vücuttaki ahenk bozularak, daha başka maddeler de eksilmeye başlar ve insanın ikbâli, idbâra döner; öyle de, insan-ı ekber olan kâinat da, onu tamamlayan cüzlerden birinin eksilmesiyle aynı âkıbete düçâr olur.'

1. Buhari, İ'tisam 16; Müslim, Fedail 10; İbn Mace, Menasik 104…
2. Buhari, Fedailü's-sahabe 5, 6…
3. Muvatta, Kur'an 32, Hac 246.

Yeni Ümit Dergisi(6.Cilt,Ekim, Kasım, Aralık 1988)
aSLı isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
fatiha, fâtiha sûresi, suresi


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


gizli ilimler gizli ilim
Tüm Zamanlar GMT +4.5 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 13:59.


Powered by vBulletin® Version kapalı
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.6.0
YASAL UYARI : İçerik sağlayacı paylaşım sitelerinden biri olan Ruhani.Net Adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K'nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan sorumludur. Ruhani.Net hakkında yapılacak tüm Hukuksal Şikayetler, Yöneticilerimiz ile iletişime geçilmesi yada iletişim formunu doldurulması halinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde Ruhani.Net yönetimi olarak tarafımızdan gereken işlemler yapılacak ve size dönüş sağlanacaktır. her yürlü sorunlar için email ; ruhaninet@gmail.com
sakarya escort sakarya escort sakarya escort sakarya escort serdivan escort izmir escort eporner