Ruhani  

Go Back   Ruhani > İslamiyet ve İslami İlimler > Fıkıh İlmi
Kayıt ol Yardım Topluluk Ajanda Bugünki Mesajlar Arama

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Arama Stil
Alt 02-02-2012, 04:07   #1 (permalink)

 
musemma - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

Üyelik tarihi: Jan 2012


Mesajlar: 486
Konular: 443

Karma Puanı: 7

Standart İmanın Şartları

“Rükünleri de altı tanedir: Allah’a iman etmen…”
Allah’a iman dört hususu kapsar:

Birincisi: Allah’a İman

1- Allah’ın Varlığına İman:

Yüce Allah’ın varlığına fıtrat, akıl, şeriat ve duyular delil teşkil etmektedir.
1- Fıtratın Allah’ın varlığına delil olması: Şüphesiz ki her bir yaratık daha önce bu hususta herhangi bir düşünme yada öğretme söz konusu olmaksızın, yaratıcısına iman etmek fıtratına sahip olarak yaratılmıştır. Bu fıtrattan uzaklaşmak ancak kalbini bu fıtrattan uzaklaştıran ve sonradan ortaya çıkan etkenlerle karşı karşıya kalmak halinde söz konusu olur. Çünkü Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmuştur: “Doğan herkes mutlaka fıtrat üzere doğar. Ancak anne-babası onu yahudi, Hıristiyan ya da mecusi yapar.” Hadisi Buharî rivayet etmiştir.
2- Aklın yüce Allah’ın varlığına delâlet etmesine gelince: Öncesiyle, sonrasıyla bütün bu yaratıkların var edici bir yaratıcısının olması kaçınılmaz bir şeydir. Zira bu varlıkların kendi kendilerini var etmeleri imkânsız olduğu gibi, tesadüfen var olmalarına da imkân yoktur.
Kendi kendilerini var etmeleri imkânsızdır. Çünkü hiçbir şey kendi kendisini yaratamaz. Zira o şey var olmadan önce yoktu, nasıl kendisinin yaratıcısı olabilir?
Bu varlıklar tesadüfen de var olmuş olamazlar. Çünkü sonradan meydana gelen her bir şeyin mutlaka bir meydana getiricisi vardır. Diğer taraftan bu harikulâde Nizam, bu son derece dengeli uyum ve sebeblerle sonuçlar arasında bu kopmaz ilişki ile kâinatın biribirleriyle olan ilişkisi kesinlikle bunların tesadüfen var olmuş olmalarına ihtimal bırakmamaktadır. Zira tesadüfen var olan bir şeyin, var oluşu esasında herhangi bir düzen söz konusu olamaz. Peki ya kalıcılığı ve tekâmülü halinde onun son derece düzenli ve muntazam olması nasıl mümkün olabilir?
Yaratıkların kendi kendilerini var etmeleri imkânsız olduğuna göre, tesadüfen de var olmadıklarına göre mutlaka onları var eden birisi vardır. İşte o da âlemlerin rabbi Allah’tır.
Yüce Allah bu aklî delili ve bu kat’î burhanı et-Tûr sûresinde söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
“Yoksa onlar bir şeysiz (yaratıcısız) mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır?” (et-Tûr, 52/35)
Yani onlar herhangi bir yaratıcı olmaksızın yaratılmış değillerdir. Kendilerini yaratanlar da kendileri değildir. O halde onların yaratıcılarının Allah Tebareke ve Teâla olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Bundan dolayı Cübeyr b. Mut’im –radıyallahu anh–, Rasûlullah’ın –sallallahu aleyhi ve sellem– et-Tûr sûresini okuduğunu dinlemiş ve Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem–: “Yoksa onlar bir şeysiz (yaratıcısız) mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır? Yoksa göklerle yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar yakîn sahibi değildirler. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa egemen olanlar onlar mıdır?” (et-Tûr, 52/35-37) buyruklarına geldiğinde –ki o sırada Cübeyr müşrik idi–: şöyle demişti: “Kalbim neredeyse uçacaktı. İmanın kalbime ilk yer ettiği zaman o zamandır.” Bu hadîsi Buharî değişik yerlerde kısım kısım rivayet etmiştir.
Şimdi bunu açıklayacak bir örnek verelim: Bir kimse bize oldukça yüksek, etrafı bahçelerle çevrilmiş, bahçelerin arasında ırmakların aktığı, içi yataklarla, sedirlerle dopdolu, gerek temel, gerek tamamlayıcı çeşitli ziynetlerle süslenmiş bir köşkün varlığından söz ederek: Bu koskoca köşk ve içindeki bütün mükemelliklerin hepsi kendi kendisini var etmiştir, ya da var eden kimse bulunmaksızın tesadüfen var olmuştur diyecek olsa, elbetteki böyle diyen kimsenin yalancı olduğunu kabul etmekte gecikmez ve onun bu sözlerini beyinsizce harcanmış sözler olarak değerlendiririz. Durum böyle olduğuna göre göğüyle, semasıyla, yörüngelerinde hareket eden gezegen ve yıldızlarıyla, çeşitli halleriyle, göz kamaştırıcı harikulade düzeniyle bu uçsuz bucaksız kainatın kendi kendisini var etmiş olması yahut ta var eden birisi olmaksızın tesadüfen meydana getirilmiş olması düşünülebilir mi?
3- Yüce Allah’ın varlığına şeriatın delâlet etmesine gelince, semavî kitapların hepsi bu gerçeği dile getirmektedir. Bu semavî kitaplarda bulunan ve insanların maslahatlarını ihtiva eden bu hükümler bu kitapların hikmeti sonsuz ve yarattıklarının maslahatlarını çok iyi bilen bir rab tarafından gönderilmiş olduklarının delilidir. Vâkıa’nın doğruluğuna tanıklık ettiği bu kitapların bildirdiği kevnî haberler de bu kitapların haber verdiği her şeyi var etmeye kadir bir rab tarafından indirilmiş olduğuna da delildir.
4- Allah’ın varlığına duyuların delâlet etmesine gelince, bu da iki yolladır:
Birinci yol: Bizler dua edenlerin, dualarının kabul edilmesi, sıkıntıda olanların imdadına koşulmasına dair duyup tanık olduğumuz hususlar kat’î olarak yüce Allah’ın varlığını göstermektedir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
“Nuh’u da an. Hani o daha önce Bize dua etmişti de, onun duasını kabul etmiştik.” (el-Enbiya, 21/76)
“Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz. O da duanızı kabul buyurmuştu…” (el-Enfal, 8/9)
Sahih-i Buharî’de, Enes b. Malik’ten –radıyallahu anh– rivayete göre Bedevi bir Arap bir cuma günü Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– hutbe irad ederken mescide girmiş ve şöyle demiş:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Malımız telef oldu, çoluk çocuğumuz aç kaldı. Bizim için Allah’a dua et.” Bunun üzerine Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– ellerini kaldırıp dua etti. Bulutlar dağlar gibi ortaya çıkıverdi. Daha minberinden inmeden yağmur tanelerinin sakalından düşmekte olduğunu gördüm. İkinci cuma yine o Bedevi Arap yahut bir başkası kalkıp şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Rasûlü binalarımız yıkıldı, mallarımız sular altında kaldı. Bizim için Allah’a dua et.” Bunun üzerine ellerini kaldırıp şöyle dua etti:
“Allah’ım etrafımıza, üzerimize değil.”
Hangi tarafa işaret ettiyse, mutlaka orada bulut açıldı.”
Şanı yüce Allah’a samimî olarak sığınan ve duanın kabul edilme şartlarını yerine getiren kimselerin dualarının kabul edilmesi günümüze kadar görülüp tanık olunagelen bir husustur.
İkinci yol: Mucize diye adlandırılan insanların gördükleri yahut ta duydukları peygamberlerin belgeleri de, onları peygamber olarak gönderenin varlığına dair kesin bir delildir. Onları gönderen ise yüce Allah’tır, çünkü bunlar beşeriyet güç ve takati dışında olan hususlardır. Yüce Allah bu olağanüstü olayları peygamberlerini desteklemek ve onlara yardım etmek için meydana getirir.
Musa’nın –sallallahu aleyhi ve sellem– ortaya koyduğu belge (mucize) buna örnektir. Yüce Allah kendisine asasıyla denize vurmasını emredince, o da denize vurdu. Deniz kupkuru on iki ayrı yola ayrılıverdi. Bu yollar arasında sular ise dağları andırıyordu. Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Biz de Musa’ya: Asa’nla denize vur diye vahyettik. Ardından deniz ayrılıp her bir tarafı büyük bir dağ gibi oldu.” (eş-Şuarâ, 26/63)
İkinci bir örnek İsa’nın –aleyhi’s-selâm– gösterdiği mucizedir. O Allah’ın izniyle ölüleri diriltir ve kabirlerinden çıkartırdı. Yüce Allah onun hakkında: “Ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim.” (Al-i İmrân, 3/49); “Ve yine Benim iznimle ölüleri çıkartıyordun.” (el-Maide, 5/110) diye buyurmaktadır.
Üçüncü bir örnek de Muhammed’e –sallallahu aleyhi ve sellem– ait bir örnektir. Kureyş ondan bir mucize göstermesini isteyince, o da aya işaret etmiş ve ay iki parçaya ayrılmış, herkes de onu böylece görmüştü. İşte yüce Allah’ın: “O saat (kıyamet) yaklaştı ve ay yarıldı. Eğer bir âyet (mucize) görseler, yüz çevirirler ve: ‘Devam edip, giden bir büyüdür’ derler.” (el-Kamer, 54/1-2) Yüce Allah’ın Rasûllerini desteklemek ve onlara yardım etmek üzere meydana getirdiği bu tanık olunan apaçık deliller, O’nun varlığının kesin delilleridir.

II- Allah’ın Rubûbiyetine İman:

O’nun herhangi bir ortağı ve yardımcısı bulunmaksızın biricik ve tek Rab olduğuna iman etmek demektir.
Rab ise yaratma, mülk ve emretme, kendisinin olan demektir. Allah’tan başka yaratıcı olmadığı gibi O’ndan başka malik yoktur. Emir etmek yalnız O’na ait bir haktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İyi bilin ki yaratma da, emretme de yalnız O’nundur.” (el-A’raf, 7/54)
“İşte bunları yaratan Rabbiniz Allah’tır. Mülk yalnız O’nundur, O’ndan başka çağırdıklarınız ise bir hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik değildirler.” (Fâtır, 35/13)
Firavun’un yaptığı şekilde söylediklerine bizzat kendisi inanmayan, hakka karşı bile bile direnen bir kimse olması hali dışında yüce Allah’ın rububiyetini inkâr eden herhangi bir kimsenin varlığı bilinmemektedir. Firavun kavmine:
“Ben sizin en yüce rabbinizim.” (en-Naziat, 79/24)
“Ey ileri gelenler! Sizin benden başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum.” (el-Kasas, 28/38) derken kendi sözlerine kendisi inanmıyor ve bu sözleri inancının ifadesi olarak dile getirmiyordu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Kalpleri onlara inandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile de onları inkâr ettiler.” (en-Neml, 27/14)
Yüce Allah’ın bize naklettiğine göre de Musa –aleyhi’s-selâm– Firavun’a şunları söylemiştir:
“Andolsun ki bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir. Ey Firavun! Ben de seni gerçekten helâk edilmiş sanıyorum.” (el-İsrâ, 17/102)
Bundan dolayı müşrikler yüce Allah’ın ulûhiyetinde ortak koşmakla beraber, O’nun rubûbiyetini kabul ediyorlardı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Yer ve ondakiler kimindir? Eğer biliyorsanız (söyleyin.) Onlar: Allah’ındır, diyeceklerdir. Sen de de ki: O halde siz iyice düşünüp ibret almaz mısınız? De ki: Yedi göğün ve büyük Arşın Rabbi kimdir? Allah’tır, diyeceklerdir. De ki: O halde korkmaz mısınız? De ki: Her şeyin hakimiyeti elinde bulunan, himaye eden fakat kendisine karşı kimsenin himaye altına alınmasına imkân tanımayan kimdir? Evet, biliyorsanız (cevabını verin.) Onlar: Allah’tır diyeceklerdir. De ki: Öyle ise nasıl olur da aldanıyorsunuz?” (el-Mu’minûn, 23/84-89)
Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki onlara: Göklerle, yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette: Onları hüküm ve emrinde galip, her şeyi en iyi bilen (Allah) yarattı derler.” (ez-Zuhruf, 43/9)
“Andolsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan, elbette: Allah diyeceklerdir. O halde nasıl olur da çevriliyorlar.” (ez-Zuhruf, 43/87)
Şanı yüce Rabbimizin emri hem kâinattaki kevnî emirleri, hem de şer’î emirleri kapsar. Kâinatın işlerini çekip çeviren, kâinatta hikmetinin gereği olarak dilediği şekilde hüküm veren O olduğu gibi, yine hikmetinin gereği olarak ibadetleri teşri’ buyuran, muamelâta dair hükümler koyan biricik hüküm koyucu da O’dur. Kim ibadetlerde Allah’tan başka bir şeriat koyucu yahut ta muamelâtta Allah’tan başka bir hüküm koyucu kabul edecek olursa, o kimse Allah’a ortak koşmuş olur ve imana sahip olmamış olur.

III- Allah’ın Ulûhiyetine İman:

Yani Allah’ın hiçbir ortağı olmaksızın bir ve tek hak ilâh olduğuna iman etmek demektir. İlah, ilâh edinilen (me’lûh) yani sevilerek ve ta’zim edilerek, kendisine ibadet olunan (ma’bûd) demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İlâhınız tek bir ilâhtır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Rahmândır, Rahîmdir.” (el-Bakara, 2/163)
“Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de (buna tanıklık ettiler.) O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Mutlak galiptir, Hakîmdir.” (Al-i İmrân, 3/18)
Allah ile birlikte ilâh edinilip, ibadet olunan her bir varlığın ulûhiyeti bâtıldır. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bu böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O’ndan başka taptıkları ise bizatihi bâtıldır. Şüphesiz ki Allah pek yücedir, pek büyüktür.” (el-Hac, 22/62)
Bu uydurma ma’budlara ilâh adının verilmesi, onlara ulûhiyet hakkını vermez. Nitekim yüce Allah Lat, Uzza ve Menat hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Onlar ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığı ve Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği bir takım boş isimlerden ibarettir.” (en-Necm, 53/23)
Hûd’un –aleyhi’s-selâm– kavmine şunları söylediğini de yüce Allah bize bildirmektedir:
“Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği kendinizin ve atalarınızın taktığı (ilâh adını verdiği) bir takım adlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?” (el-A’râf, 7/71)
Yusûf’un –aleyhi’s-selâm– da zindandaki arkadaşlarına şunları söylediğini bize haber vermektedir:
“Ey zindan arkadaşlarım! Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan ve her şeyi hükmü ve iradesi altında tutan (Kahhâr olan) Allah mı? Sizin O’nu bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın adlandırdığı bir takım isimlerden başkası değildir. Allah bunlara dair hiçbir delil indirmemiştir.” (Yusûf, 12/39-40)
Bundan dolayı rasûller (salât ve selâm onlara) kavimlerine: “Allah’a ibadet edin, O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur” (el-Mu’minûn, 23/32) diyorlardı. Ancak müşrikler bunu kabul etmediler, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Bu ilâhlara Allah’la birlikte tapındılar, onlardan yardım ve medet istediler.
Yüce Allah müşriklerin bu ilâhları ilâh edinmelerini aklî iki kesin delil ile çürütmüş bulunmaktadır.
Birinci delil: Onların ilâh edindikleri bu varlıklarda ulûhiyetin hiçbir özelliği bulunmamaktadır. Çünkü bunlar yaratılmış varlıklardır, kendileri bir şey yaratamazlar. Kendilerine ibadet eden kimselere en ufak bir fayda sağlayamazlar. Onlara gelebilecek hiçbir zararı önleyemezler. Onlara hayat veremezler, öldüremezler. Göklerde herhangi bir şeye malik olmadıkları gibi mülkünde ortaklıkları da yoktur.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onlar, O’nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan ve kendi kendilerine bile bir zarar ve fayda veremeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar can vermeye gücü yetmeyen ilâhlar edindiler.” (el-Furkan, 25/3)
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Allah’tan başka (ilâh diye) iddia ettiklerinize dua edin bakayım. Onlar göklerde de, yerde de zerre ağırlığınca hiçbir şeye sahip değildirler. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı da yoktur ve O’nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur. O’nun nezdinde şefaat kendisine izin verdiklerinden başkasına fayda vermez...” (Sebe’, 34/22-23)
“Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş koşuyorlar? Halbuki bunlar kendilerine hiçbir şekilde yardım edemeyecekleri gibi, kendi kendilerine bile yardım edemezler.” (el-A’râf 191-192)
Bu uydurma ilâhların durumu böyle olduğuna göre, onları ilâh diye kabul etmek akılsızlığın en ileri derecesi ve batılın da batılıdır.
İkinci delil: Bu müşrikler şanı yüce Allah’ın her şeyin mülk ve tasarrufunu elinde bulunduran, kendisi himaye ettiği halde kendisine rağmen başkalarının başkalarını himaye altına almaları söz konusu olmayan yaratıcı, biricik rab olduğunu kabul ediyorlardı. Onların bunu kabul etmeleri rubûbiyette O’nu tevhid ettikleri gibi, ulûhiyette de O’nu tevhid etmelerini gerektirmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin ki takvâ sahibi olasınız. O ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. O gökten su indirip, onunla size rızık olmak üzere meyveler çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde Allah’a eşler koşmayınız.” (el-Bakara, 2/21-23)
“Andolsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette: Allah, diyeceklerdir. O halde nasıl olur da çevriliyorlar?” (ez-Zuhruf, 43/87)
“De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Yahut o gözlere ve kulaklara mâlik olan kimdir? Ölüden diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran kimdir? İşleri yerli yerince kim yönetiyor? Hemen: Allah diyeceklerdir. De ki: O halde korkmaz mısınız? İşte gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? O halde nasıl olur da döndürülüyorsunuz?” (Yunus, 10/31-32)

IV- Allah’ın İsim Ve Sıfatlarına İman Etmek:

Yani Yüce Allah’ın Kitabında ya da rasûlünün sünnetinde O’nun hakkında isim ve sıfat olarak saptananları herhangi bir tahrif, ta’til, keyfiyet ve temsil söz konusu olmaksızın O’na yakışan bir şekilde kabul etmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na bunlarla dua edin. O’nun isimlerinde eğriliğe sapanları terk edin. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.” (el-A’râf 7/180)
“Göklerde ve yerde en yüksek sıfatlar yalnız O’nundur, O Aziz’dir, Hakîm’dir.” (er-Rum, 30/27)
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur ve O her şeyi işitendir, görendir.” (eş-Şûrâ, 42/11)
Bu hususta iki kesim sapıtmışlardır.
Bunlardan birisi isim ve sıfatları kısmen ya da tamamen inkâr eden Muattıla’dır. Bunların iddialarına göre Allah’ın isim ve sıfatlarını kabul etmek teşbihi yani yüce Allah’ı yaratıklarına benzetmeyi gerektirir. Böyle bir iddia ise çeşitli bakımlardan bâtıldır.
1- Evvelâ böyle bir iddia yüce Allah’ın sözünde çelişki olması gibi aslı itibariyle batıl olan bir takım hususları kabul etmeyi gerektirir. Çünkü yüce Allah kendi zatının bir takım isim ve sıfatlarının bulunduğunu bildirmiş ve hiçbir şeyin kendisi gibi olmayacağını belirtmiştir. Şâyet bu isim ve sıfatlarını kabul etmek, O’nu yaratıklarına benzetmeyi gerektiren bir şey olsaydı, Allah’ın sözlerinde de çelişkinin varlığını ve sözlerinin bir bölümünün diğerini yalanladığını kabul etmemiz gerekirdi.
2- İki şeyin isim ya da sıfatlarının birbirine uygun düşmesi o iki şeyin birbirinin aynısı veya benzeri olmalarını gerektirmez. Biz her ikisi de insan, işiten, gören ve konuşan iki şahıs gördüğümüz halde; bu ikisinin insanlığın özellikleri olan işitmek, görmek ve konuşmak gibi hususlarda da birbirlerinin aynı olmalarını gerektirmemektedir. Canlıların ön ve arka ayaklarının, gözlerinin olduğunu görüyoruz. Ancak onların bu noktadaki benzerlikleri ön ve arka ayaklarının ve gözlerinin birbirinin aynısı olmasını gerektirmez. İsim ya da sıfatlarındaki uygunluklarına rağmen yaratıklarda farklılık bulunduğu açıkça ortaya çıktığına göre yaratıcı ile yaratılan arasındaki farklılık daha açık ve daha büyüktür.
Bu hususta sapıtan ikinci kesim Müşebbihe’dir. Bunlar Allah’ın isim ve sıfatlarını kabul etmekle birlikte yüce Allah’ı yarattıklarına benzetmişlerdir. Onların iddialarına göre nass’ların delâleti bunu gerektirmektedir. Çünkü yüce Allah kullara anlayabilecekleri ifadelerle hitab eder. Böyle bir iddia da çeşitli açılardan geçersizdir:
1- Yüce Allah’ın yaratıklarına benzemesi aklın da, şeriatın da batıl olduğunu ortaya koyduğu geçersiz bir iddiadır. Kitab ve sünnetin nass’larının muktezâsının (onlardan anlaşılanın) bâtıl olması ise imkânsız bir şeydir.
2- Yüce Allah kullara mananın aslı itibariyle anlayabilecekleri şekilde hitab etmiştir. O mananın sahip bulunduğu hakikat ve özünü bilmeyi; zat ve sıfatları ile ilgili olan hususlara dair bilgiyi yüce Allah yalnız kendisinin bildiği şeyler arasında bırakmıştır.
Yüce Allah’ın kendi zatının semî’ (işiten) olduğunu bildirdiğini biliyoruz. İşitmenin asıl manası itibariyle ne demek olduğu bilinen bir husustur ki, bu da sesleri idrâk etmek demektir. Fakat yüce Allah’ın işitmesinin gerçek mahiyeti bizim tarafımızdan bilinemez. Zira işitmenin hakikati bizzat yaratıklarda dahi farklılık arzetmektedir. Yaratıcı ile yaratılanlar arasında böyle bir farklılığın ortada olması ise daha açık ve daha büyüktür.
Allahu Teâla kendi zatının Arş’a istivâ ettiğini haber vermesini ele alalım: İstivâ’nın asıl anlamı bilinen bir husustur. Ancak Allah azze ve celle’nin istivâsının gerçek mahiyeti yüce Allah’ın Arş’ına istivâ etmesine nisbetle bizim tarafımızdan bilinemez. Çünkü istivânın gerçek mahiyeti bizzat yaratıklar arasında da farklılık arzeder. Yerinde sağlam duran bir sandalye üzerinde istivâ (oturmak) elbetteki dizginlenmesi zor ve her zaman başını alıp giden bir devenin üzerinde istivâ etmek gibi değildir. Yaratılmışlar hakkında bu hususta farklılık olduğuna göre; yaratan ile yaratılmışlar arasında bu hususta farklılık daha açık ve daha büyüktür.
Belirttiğimiz şekilde yüce Allah’a iman etmek, mü’minlere oldukça değerli ve önemli kazançlar sağlar. Bunların bazıları:
1- Yüce Allah’ı başkasından bir şey ümid etmeyecek, başkasından korkmayacak ve başkasına ibadet etmeyecek şekilde, gerçek anlamıyla tevhid etmek.
2- Yüce Allah’ı kemal derecesinde sevmek, O’nu güzel isimleri ve yüce sıfatları gereğince ta’zim etmek.
3- Emrettiklerini yerine getirmek, yasaklarından uzak kalmak suretiyle O’na ibadeti gerçekleştirmek.

İkincisi: Meleklere İman:

“Ve meleklerine (iman etmek)”
Melekler âlemi bir gayb âlemidir. Melekler Allah tarafından yaratılmış ve Allah’a ibadet eden varlıklardır. Ulûhiyet ve rubûbiyet özelliklerinden hiçbirini taşımazlar. Allah onları nurdan yaratmış ve onlara emirlerine tam anlamıyla uyma imkânı ile bu emirlerini yerine getirme gücünü vermiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“O’nun yanında olanlar ise O’na ibadete karşı büyüklenmezler ve usanmazlar. Gece ve gündüz aralıksız (O’nu) tesbih ederler.” (el-Enbiyâ, 21/19-20)
Meleklerin sayısı pek çoktur, sayılarını Allah’tan başka hiçbir kimse bilemez. Buharî ile Müslim’de yer alan Enes –radıyallahu anh– yoluyla gelen ve Miracı anlatan hadîs-i şerifte bildirildiğine göre Peygamber’e –sallallahu aleyhi ve sellem– semâdaki el-Beytu’l-Ma’mûr gösterilmiş ve orada her gün yetmişbin meleğin namaz kıldığı, oradan çıkanlara ise bir daha ebediyyen oraya girmek için sıra gelmediği bildirilmektedir.

Meleklere İman Şu Dört Hususu Kapsar:

1- Onların varlıklarına iman,
2- Cebrâil gibi isimlerini bildiğimiz meleklere ismen, isimlerini bilmediklerimize de icmalen iman etmek,
3- Cebrâil gibi sıfatlarını bildiğimiz meleklerin o sıfatlarına da iman etmek. Meselâ Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– Cebrâil’i –aleyhi’s-selâm– yaratılmış olduğu surette altı yüz kanadı ile ufuğu kapatmış haliyle gördüğünü bize haber vermiş bulunmaktadır.
Melek bazen yüce Allah’ın emriyle adam suretine de girebilir. Nitekim Cebrâil’i –aleyhi’s-selâm– yüce Allah Meryem’e –aleyhi’s-selâm– gönderdiği sırada tam bir beşer suretinde görünmüştü. Aynı şekilde Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– de ashabı ile birlikte otururken son derece beyaz elbiseli, oldukça siyah saçlı, üzerinde yolculuğun izlerini taşımayan ve ashab-ı kiram’dan hiçbir kimsenin tanıyamadığı bir surette geldiği de bilinen bir husustur. Cebrâil, Peygamberin –sallallahu aleyhi ve sellem– önünde oturmuş, dizlerini dizlerine dayamış, ellerini de dizleri üzerine koyup, Peygamber’e –sallallahu aleyhi ve sellem– İslâm, iman, ihsan, kıyamet ve kıyametin alâmetlerine dair soru sormuştur. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– sorularına cevap verdikten sonra, ayrılıp gitmiştir. Daha sonra da Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem–: “Bu Cebrâil’dir, size dininizi öğretmek üzere gelmiştir.” diye buyurmuştur. Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir.
Aynı şekilde yüce Allah’ın İbrahim ve Lût’a (ikisine de selâm olsun) göndermiş olduğu melekler de adam suretine bürünmüşlerdi.
4- Yüce Allah’ın emri ile yerine getirdiklerini bildiğimiz amellerine iman etmek: Meleklerin yüce Allah’ı tesbih etmeleri, gece-gündüz, usanmadan ve yorulmadan O’na ibadet etmeleri gibi.
Kimi meleklerin özel bir takım işleri de bulunabilir.
Meselâ Cebrâil yüce Allah’ın vahyinin eminidir. Allah vahiy ile onu peygamberlere ve rasûllere göndermiştir.
Mikâil yağmur ve bitki ile görevlidir.
İsrâfîl, kıyametin kopacağı ve insanların diriltilecekleri vakit Sûr’a üflemekle görevlidir.
Ölüm meleği ölüm esnasında ruhları almakla görevlidir.
Cehennem ateşi ile görevli olan melek de cehennemin bekçisidir.
İnsanın annesinin karnında dört ayı tamamlaması halinde rahimlerdeki ceninlerle görevli melekler de vardır. Bu duruma gelmiş olan cenine yüce Allah bir melek gönderir ve ona, o cenin’in rızkını, ecelini, amelini, mutlu mu yoksa bedbaht mı olacağını yazar.
Her bir kişi için ayrı ayrı olmak üzere Âdemoğullarının amellerini tesbit edip yazmakla görevli ikişer melek vardır. Bunlardan biri sağda, diğeri de solda bulunur.
Ölü kabre konulduğu vakit ona soru sormakla görevli olan melekler de vardır. Kabre konulan ölüye iki melek gelir ve rabbi, dini ve peygamberi hakkında ona soru sorarlar.

Meleklere İmanın Faydaları:

Meleklere imanın çok önemli faydaları vardır. Bunların bazıları şunlardır:
1- Yüce Allah’ın azameti, gücü ve uçsuz bucaksız egemenliği bilinmiş olur. Çünkü yaratılanın azameti, yaratıcının azametinin bir tecellisidir.
2- Âdemoğullarına gösterdiği inâyet dolayısıyla yüce Allah’a şükretmek: Çünkü o bu melekler arasından Ademoğullarını korumak, amellerini yazmak ve buna benzer onların çeşitli işlerini yerine getirmek üzere melekler görevlendirmiştir.
3- Yüce Allah’a ibadetleri dolayısıyla melekleri sevmek:
Sapkın bir takım kimseler meleklerin kendilerine has bir cisimlerinin olduğunu kabul etmeyerek onların mahlukatta gizli bulunan hayır güçlerden ibaret olduklarını söylemişlerdir. Bu ise yüce Allah’ın Kitabını ve rasûlünün sünneti ile müslümanların icmaını yalanlamak demektir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hamd göklerle yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur.” (Fatır, 35/1)
“Meleklerin o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: ‘O yakıcı azabı tadın’ diye diye canlarını alırken bir görseydin.” (el-Enfal, 8/50)
“Sen zalimleri ölümün sıkıntıları içinde meleklerin ellerini uzatarak: ‘Ruhlarınızı çıkarın…’ derken bir görsen.” (el-En’âm, 6/93)
“Nihayet kalplerinden korku giderilince: ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ diyecekler, onlar: ‘Hak (buyurdu)’ diyeceklerdir. O, çok yüce, çok büyüktür.” (Sebe’, 34/23)
Cennetlikler hakkında da şöyle buyurmaktadır:
“Melekler de her kapıdan onların yanına girip: ‘Sabrettiğiniz şeylere karşılık selâm sizlere (dünya) yurdu (un) ne güzel sonucudur bu!’ derler.” (er-Rad, 13/23-24)
Sahih-i Buharî’de, Ebu Hureyre’den –radıyallahu anh– rivayete göre Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmuştur:
“Allah bir kulu sevdi mi Cebrail’e: Şüphesiz Allah filan kişiyi sever, sen de onu sev, diye nidâ eder. Cebrail de onu sever. Sonra Cebrail de semadakiler arasında şöyle seslenir: Muhakkak Allah filan kişiyi sever, siz de onu seviniz. Bu sefer semadakiler de onu sever, daha sonra da o kimse için yeryüzünde (hüsn-ü) kabul konulur.”
Yine Buharî’de, Ebu Hureyre’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– buyurdu ki:
“Cuma günü oldu mu mescidin her bir kapısı üzerinde melekler durur ve sırasıyla önce gelenleri yazarlar. İmam (hutbe okumak üzere minbere) oturdu mu onlar da sahifeleri dürerler ve gelip zikri (hutbeyi) dinlerler.”
İşte bu nasslar meleklerin sapkın kimselerin söyledikleri gibi; manevi güçler olmayıp kendilerine has bir cisimlerinin bulunduğu noktasında apaçıktır. Bu nassların gereğini de müslümanlar icma ile kabul etmiş bulunmaktadırlar.

Üçüncüsü: Kitaplara İman

“Ve kitaplarına…”
Kitaplar (el-kütüb) kitabın çoğulu olup yazılmış şey (mektûb) anlamındadır. Burada kitaplardan kasıt yüce Allah’ın insanlara bir merhamet olarak onları hidayete iletmek üzere rasûllerine indirmiş olduğu kitaplardır. Böylelikle insanlar bu kitaplar sayesinde dünya ve âhirette kendilerini mutlu kılacak şeylerle uğraşırlar.
Kitaplara iman etmek şu dört hususu ihtivâ etmektedir:
1- Bu kitapların gerçekten Allah’tan indirilmiş olduklarına iman etmek.
2- İsmen bildiklerimize, ismen iman etmek. Muhammed’e –sallallahu aleyhi ve sellem– indirilmiş Kur’ân, Musa’ya –aleyhi’s-selâm– indirilmiş Tevrat, İsa’ya –aleyhi’s-selâm– indirilmiş İncil, Davud’a –aleyhi’s-selâm–indirilmiş Zebur gibi. Adını bilmediğimiz kitaplara da icmalen iman ederiz.
3- Bu kitapların sahih olarak nakledilen haberlerini tasdik etmek: Kur’ân’ın haberleri ile önceki kitaplardan değiştirilmeyen ya da tahrif edilmeyen haberler gibi.
4- Nesh olunmamış hükümleriyle amel edip hikmetini ister kavramış olalım, ister kavramamış olalım bunlara da rıza ve teslimiyet göstermek.
Daha önce indirilmiş bütün kitaplar ise Kur’ân-ı Azimu’ş-Şan ile neshedilmiştir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Biz sana da Kitabı hak ile kendinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve onlar üzerinde bir hâkim olmak üzere indirdik.” (el-Mâide, 5/48)
Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in benimseyip, sahih olanlar dışında önceki kitapların hükümlerinden herhangi birisiyle amel etmek caiz değildir.

Kitaplara İmanın Faydaları:

Kitaplara imanın oldukça önemli bir takım etkileri vardır. Bunların bazıları şunlardır:
1- Her bir kavme kendilerini hidâyete erdirmek üzere bir kitap indirmiş olduğu için yüce Allah’ın kullarına gösterdiği inâyeti bilmek.
2- Yüce Allah’ın şeriatindeki hikmetleri bilmek. Çünkü yüce Allah her bir kavme durumlarına uygun düşecek şekilde şeriatler göndermiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” (el-Mâide, 5/48)
3- Bu hususta yüce Allah’ın nimetine şükretmek.

Dördüncüsü: Peygamberlere İman

“Peygamberlerine…”
“Rusul: Peygamberler” kelimesi “rasûl”ün çoğulu olup, “mürsel” demektir. Bu da bir şeyi tebliğ etmek üzere gönderilen kişi anlamına gelir. Burada kasıt ise yüce Allah’ın insanlar arasından kendisine bir şeriat vahyedip, o şeriati tebliğ etmesini emrettiği kimsedir.
Rasûllerin ilki Nûh, sonuncusu da Muhammed (aleyhimu’s-selâm)’dir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi muhakkak Biz sana da vahyettik.” (en-Nisâ, 4/163)
Sahih-i Buharî’de, Enes b. Malik’ten –radıyallahu anh– rivayet edilen şefaat hadîsinde belirtildiğine göre; Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– insanların Âdem’e –aleyhi’s-selâm– başvurarak kendilerine şefaat etmesini isteyeceklerini, onun da özür belirterek onlara: “Nûh’a gidiniz, o Allah’ın gönderdiği ilk rasûldur” diyeceğini belirtmekte ve hadisin tamamını zikretmektedir. Yüce Allah da Muhammed –sallallahu aleyhi ve sellem– hakkında: “Muhammed sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir, fakat o Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (el-Ahzab, 33/40) diye buyurmaktadır.
Yüce Allah’ın kavmine bağımsız bir şeriat ile bir rasûl göndermediği yahut ta kendisinden önceki peygamberin şeriatını yenilemek üzere vahiy ettiği bir peygamber (nebî) göndermediği hiçbir ümmet yoktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki Biz her ümmet arasında: ‘Allah’a ibadet edin ve tağut’tan kaçının’ diye bir peygamber göndermişizdir.” (en-Nahl, 16/36)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Arasında bir uyarıcının gelip, geçmediği hiçbir ümmet de yoktur.” (Fâtır, 35/24)
“Şüphesiz Tevrat’ı Biz indirdik ki onda bir hidayet ve bir nur vardır. Allah’a teslim olmuş olan peygamberler, rabbânîler ve bilginler de… onunla Yahudilere hükmederlerdi.” (el-Mâide, 5/44)
Rasûller de yaratılmış insanlardır. Rubûbiyet ve ulûhiyet özelliklerinin hiçbirisine sahip değildirler. Yüce Allah rasûllerin efendisi, Allah nezdinde en yüksek mertebeye sahip peygamberi Muhammed –sallallahu aleyhi ve sellem– hakkında şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ben kendim için –Allah’ın dilediğinden başka– ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir zarar. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapardım ve Bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluluğu müjdeleyenim.” (el-A’râf, 7/188)
Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Gerçek şu ki beni (evet) beni Allah’tan asla kimse kurtaramaz ve ben O’ndan başka sığınacak kimse de asla bulamam.” (el-Cinn, 72/22)
Hastalık, ölüm, yemeğe ve içeceğe ihtiyaç duymak ve buna benzer beşerî özellikler onlar hakkında da söz konusudur. Yüce Allah İbrahim’in –aleyhi’s-selâm– Rabbini nitelendirirken şunları söylediğini bize nakletmektedir:
“Beni yediren ve beni içiren O’dur. Hastalandığımda bana şifa veren O’dur. Beni öldüren, sonra diriltecek olan O’dur.” (eş-Şuarâ, 26/79-81)
Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– de şöyle buyurmaktadır:
“Ben ancak sizin gibi bir insanım. Unuttuğunuz gibi unuturum. Bu sebeble ben unutacak olursam, siz bana hatırlatın.”
Yüce Allah en üstün mevkilerinden söz ederken ve onlardan övgü sadedinde kendisine kul olmakla (ubûdiyyetle) onları nitelendirmiş bulunmaktadır. Meselâ Nûh –aleyhi’s-selâm– hakkında: “Şüphesiz o çok şükreden bir kuldu” (el-İsra, 17/4) diye buyurmaktadır. Muhammed –sallallahu aleyhi ve sellem– hakkında da: “Hak ile batılı ayıranı, âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna (Muhammed’e) indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir!” (el-Furkan, 25/1) diye buyurmaktadır.
İbrahim, İshak ve Ya’kub (Allah’ın salât ve selâmları üzerlerine olsun) hakkında da şöyle buyurmaktadır: “Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Ya’kub’u da an. Çünkü Biz onları bir hasletle ihlâslı kıldık ki bu da (âhiret) yurdu(nu) anmaktır. Muhakkak onlar yanımızda seçkinlerden ve hayırlılardan idiler.” (Sâd, 38/45-47)
Meryem oğlu İsa –aleyhi’s-selâm– hakkında da: “O ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur ve Biz onu İsrailoğullarına bir misal kıldık.” (ez-Zuhruf, 43/59) diye buyurmaktadır.
Peygamberlere iman şu dört hususu ihtiva etmektedir:
1- Onların yüce Allah tarafından hak ile, elçi olarak gönderildiklerine iman etmek. Onlardan herhangi birisinin risaletini inkâr eden bir kimse, hepsini inkâr etmiş demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Nuh kavmi rasûlleri yalanladılar.” (eş-Şuarâ, 26/105)
Yüce Allah böylelikle onları bütün rasûlleri yalanlamış olmakla nitelendirmektedir. Halbuki onu yalanladıklarında Nûh’dan –aleyhi’s-selâm– başka rasûl yoktu. Buna göre Muhammed’i –sallallahu aleyhi ve sellem– yalanlayan ve ona tâbi olmayan Hıristiyanlar aynı zamanda Meryem oğlu Mesih’i yalanlamakta ve ona tâbi olmamaktadırlar. Özellikle de İsa –aleyhi’s-selâm– onlara Muhammed’in –sallallahu aleyhi ve sellem– gönderileceğini de müjdelemişti. Onlara geleceğini müjdelemesinin, onun kendilerine gönderilmiş ve Allah’ın kendisi vasıtasıyla kendilerini sapıklıktan kurtarıp dosdoğru yola ileteceği bir rasûl olmasından başka hiçbir anlamı yoktur.
2- Peygamberlerden ismini bildiğimiz kimselere ismiyle iman etmek gerekir. Muhammed, İbrahim, Musa, İsa ve Nûh (hepsine salât ve selâm olsun) gibi. Adı anılan bu beş peygamber, rasûller arasından Ulu’l-Azm diye bilinirler. Yüce Allah onları Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde zikretmiş bulunmaktadır. Bunlardan birisi Ahzâb sûresinde: “Hani Biz peygamberlerden, senden, Nûh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan ahidlerini almıştık” (el-Ahzâb, 33/7) buyruğudur; diğeri ise eş-Şûra sûresinde “O”; “Dini dosdoğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi size de şeriat yaptık.” (eş-Şûra, 42/13) buyruğunda zikretmektedir.
İsimlerini bilmediğimiz peygamberlere de icmâlen iman ederiz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin kıssalarını sana anlattık. Kiminin kıssalarını da sana anlatmadık.” (el-Mu’min, 40/178)
3- Onlardan bize sahih olarak nakledilen haberlerini tasdik etmek.
4- Onlardan bize gönderilmiş rasûlün şeriatı gereğince amel etmek. Bu rasûl de sonuncuları olan Muhammed –sallallahu aleyhi ve sellem–’dir. O bütün insanlara da peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
“Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (en-Nisâ, 4/65)

Peygamberlere İmanın Faydaları:

Peygamberlere imanın oldukça önemli etkileri vardır. Bunlardan bazıları:
1- Yüce Allah’ın kullarına olan rahmet ve inayetini bilmek. Çünkü onları Allah’ın yoluna iletmek, Allah’a nasıl ibadet edeceklerini kendilerine anlatmak üzere peygamberler göndermiştir. Zira insan aklı tek başına bunları bilemez.
2- Bu büyük nimeti dolayısıyla yüce Allah’a şükretmek.
3- Yüce Allah’ın gönderdiği peygamberleri sevmek, onları ta’zim etmek ve onlara yakışır şekilde övgüyle söz etmek. Çünkü onlar Allah’ın rasûlleridir, onlar Allah’a gerçekten ibadet etmiş, risaletini tebliğ etmiş ve O’nun kullarına samimî olarak öğüt vermişlerdir.
İnatçı kimseler Peygamberlerini, Allah’ın Rasûlleri insanlar arasından olmazlar iddiasıyla yalanlamaya kalkışmışlardır. Yüce Allah onların bu iddialarını şu buyruğuyla söz konusu etmiş ve çürütmüş bulunmaktadır:
“Kendilerine hidâyet geldiği zaman insanları iman etmekten alıkoyan tek şey onların: ‘Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?’ demeleri olmuştur. De ki: ‘Şâyet yeryüzünde yerleşmiş yürüyen melekler olsaydı Biz onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik.” (el-İsrâ, 17/94-95)
Yüce Allah bu iddiayı gönderilen rasûlün de mutlaka bir insan olmasının kaçınılmaz olduğunu belirterek çürütmektedir. Çünkü bu rasûl yeryüzünde yaşayanlara gönderilmiştir, onlar da insandırlar. Şâyet yeryüzünde yaşayanlar melek olsalardı, yüce Allah da onlara semâdan elçi bir melek gönderirdi. Böylelikle o da onlar gibi olsun. İşte yüce Allah peygamberleri yalanlayanlar hakkında bize şunları söylemektedir:
“Dediler ki: ‘Siz de ancak bizim gibi bir insansınız. Atalarımızın taptıklarından bizi alıkoymak istiyorsunuz, o halde bize apaçık bir delil getirin.’ Peygamberleri onlara şöyle demişti: ‘Biz ancak sizin gibi bir insanız. Ancak Allah (peygamberlik nimetini) kulları arasından dilediği kimselere lutfeder. Allah’ın izni olmadıkça bizim size apaçık bir delil getirmemize imkân yoktur…’ (İbrahim, 14/10-11)

Beşincisi: Âhiret Gününe İman

“Ve âhiret gününe…”
Âhiret günü yüce Allah’ın insanları hesab ve ceza (amellerin karşılıklarının verilmesi) için dirilteceği kıyamet günüdür. Ona bu ismin veriliş sebebi, ondan sonra gün olmayacağından dolayıdır. Çünkü artık cennetlikler konaklarına, cehennemlikler de yerlerine yerleşmiş olacaklardır.
Âhiret gününe iman üç hususu kapsar:
1- Öldükten sonra dirilişe iman etmek: Öldükten sonra diriliş (el-ba’s) Sûr’a ikinci defa üfürüleceği vakit ölülerin diriltilmesidir. O zaman insanlar âlemlerin Rabbinin huzuruna çıplak ayaklı, üzerlerinde elbise olmaksızın ve sünnet edilmemiş halleriyle kalkacaklardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar iâde ederiz. Üzerimize bir va’d olarak bunu mutlaka yapacağız.” (el-Enbiya, 21/104)
Ba’s (öldükten sonra diriliş) sabit değişmez bir haktır. Kitap, sünnet ve müslümanların icmaı buna delil teşkil etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bundan sonra siz şüphesiz öleceksinizdir. Sonra da şüphesiz ki sizler kıyamet gününde elbette diriltileceksiniz.” (el-Mu’minûn, 23/15-16)
Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– da şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar kıyamet gününde çıplak ayaklı ve sünnet edilmemiş halleriyle haşredileceklerdir.”
Hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.
Müslümanlar da öldükten sonra dirilişin sabit olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Ayrıca hikmetin gereği de budur. Çünkü yüce Allah’ın yaratmış olduğu bu varlıkları tekrar diriltilmelerini ve peygamberleri vasıtasıyla kendilerini yükümlü kıldığı hususlar dolayısıyla onlara amellerinin karşılığının verilmesini gerektirmektedir. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Acaba siz, Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve sizin Bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?” (el-Mu’minûn, 23/115)
Yüce Allah Peygamberine hitaben de: “Sana Kur’ân’ı farz kılan Allah elbette seni bir dönüş yerine geri çevirecektir.” (el-Kasas, 28/85) diye buyurmaktadır.
2- Hesab ve cezaya iman etmek: Kul amelleri dolayısıyla hesaba çekilecek ve yaptıklarının karşılığı ona verilecektir. Buna da Kitap, sünnet ve müslümanların icmaı delil teşkil etmektedir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki dönüşleri yalnız Bizedir, sonra da hesaplarını görmek de şüphesiz yalnız Bize aittir.” (el-Ğâşiye, 88/25-24);
“İyilikle gelene bunun on misli vardır. Bir günah ile gelen de ancak onun misliyle cezalandırılır, onlara zulmedilmez.” (el-En’âm, 6/160)
“Kıyamet gününe has adalet terazilerini koyarız. Kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz. (İyiliği) bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile Biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak Biz yeteriz.” (el-Enbiyâ, 21/47)
İbn Ömer’den –radıyallahu anh– rivayete göre Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmuştur:
“Allah mü’mini yaklaştırır, onun üzerine örtüsünü koyar ve onu örter. Ona der ki: Şu günahı(nı) biliyor musun? Şu günahı(nı) biliyor musun? Kul da: “Evet ey Rabbim” der. Bütün günahlarını tek tek ona söyletir. Kul artık kendisinin helâk olacağı kanaatine sahip olduğu sırada yüce Allah ona şöyle diyecek: Dünyada iken Ben senin bu günahlarını sakladım, bugün de bu günahlarını sana bağışlıyorum. Sonra da ona yaptığı iyiliklerin yazılı olduğu kitabı verilir. Kâfirlerle, münafıklara gelince; Bütün insanların işiteceği bir şekilde onlara şöyle seslenilir: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyen kimselerdir. Şunu bilin ki Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir.” Hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.
Peygamber’in –sallallahu aleyhi ve sellem–: “Kim bir iyilik yapmayı düşünüp de onu yaparsa, Allah kendi nezdinde onu on haseneden yedi yüz katına ve daha pek çok kat fazlasına kadar yazar. Kim de bir kötülük yapmayı kararlaştırıp da işlerse, yüce Allah onu tek bir kötülük olarak yazar” dediği de sabit olmuştur.
Amellere karşılıklarının verilmesi ve hesaba çekilmenin gerçek olduğu hususunda müslümanlar icma etmişlerdir. Hikmetin gereği de budur. Çünkü yüce Allah kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiş, kullara onların getirdiklerini kabul etmeyi farz kıldığı gibi; yapılması gereken amellerde bulunmalarını da farz kılıp ona karşı çıkanlarla savaşmayı emrederek kanlarını, çoluk-çocuklarını, kadınlarını ve mallarını helâl kılmıştır. Hesap ve ceza diye bir şey olmasaydı, elbetteki bu, hikmeti sonsuz olan Rabbin kendisinden tenzih olunması gereken abes işlerden olurdu. Nitekim yüce Allah şu buyruğu ile bu gerçeğe işaret etmektedir:
“Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız, gönderilen peygamberlere de soracağız ve Biz onlara bilerek anlatacağız, Biz gâibler (yaptıklarından habersiz kimseler) değiliz.” (el-A’râf 7/6-7)
3- Cennete ve cehennem’in insanların ebediyyen kalmak üzere varacakları yer olduklarına iman etmek. Cennet ebedi nimetler yurdudur. Yüce Allah orayı iman edilmesini farz kıldığı hususlara iman eden, Allah ve Rasûlüne itaat eden, bunu da Allah’a ihlâs ile Rasûlüne de tâbi olarak gerçekleştiren takvâ sahibi mü’minlere hazırlamıştır. Oradaki çeşitli nimetleri ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir insanın hatırından geçmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İman edip, salih amel işleyenler ise işte bunlar yaratılanların en hayırlılarıdır. Onların Rablerinin yanındaki mükâfatları altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır. İşte bu Rabbinden korkan kimseler içindir.” (el-Beyyine, 98/7-8)
“Onlara o işlediklerine mükâfat olmak üzere yüzleri aydınlatan ne nimetler gizlendiğini hiçbir kimse bilmez.” (es-Secde, 32/17)
Cehennem ise yüce Allah’ın kendisini inkâr edip, rasûllerine baş kaldıran zalim ve kâfirler için hazırladığı azab yurdudur. Orada hatıra hayale gelmeyen türlü ibretli cezalar ve çeşitli azablar vardır. Yüce Allah: “Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten de sakının.” (Al-i İmrân, 3/131) diye buyurmaktadır. Başka yerlerde de şöyle buyurmaktadır:
“Gerçekten Biz zalimler için etrafını saran duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırlamışızdır. Eğer feryad edip yardım isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardımlarına varılacaktır. O ne fena içecektir ve orası ne kötü bir konaktır!” (el-Kehf, 18/29)
“Muhakkak Allah kâfirlere lânet etmiş ve onlar için alevli bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Hiçbir dost ve yardımcı da bulmayacaklar. Yüzlerinin ateşte evirilip, çevirileceği o günde: ‘Ne olaydı keşke biz Allah’a ve Rasûl’e itaat etseydik’ diyeceklerdir.” (el-Ahzab, 33/64-66)
Ölüm sonrası meydana gelecek her bir şeye iman etmek de âhiret gününe imanın kapsamı içerisindedir. Meselâ:
a- Kabir Suali (Fitnesi): Ölüye defnedilmesinden sonra Rabbi, dini ve peygamberi hakkında soru sorulması demektir. Allah iman edenlere sağlam söz ile sebat verecek ve iman edenler: “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed –sallallahu aleyhi ve sellem–’dir” diyeceklerdir. Yüce Allah zalimleri ise şaşırtacak ve kâfir kimseler “Hı, hı bilmiyorum” diyeceklerdir. Münafık ya da bu hususta şüphesi olan kimseler ise: “Ben bilmiyorum, insanları birşeyler söylerken işittim, ben de aynısını söyledim” diye cevap vereceklerdir.
b- Kabir Azabı ve Nimeti: Kabir azabı münafık ve kâfir zalimler hakkında söz konusudur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sen zalimleri ölümün sıkıntıları içinde meleklerin ellerini uzatarak: ‘Ruhlarınızı çıkarın, Allah’a karşı haksız yere söylediklerinizden, O’nun âyetlerine karşı kibirlendiğinizden dolayı bugün zillet azabıyla cezalandırılacaksınız.’ derken bir görsen!” (el-En’âm, 6/93)
Yüce Allah Firavun hanedanı hakkında da şöyle buyurmaktadır:
“Firavun hanedanını ise kötü azab kuşattı. Ateştir o. Onlar sabah akşam ona arzolunurlar. Kıyametin kopacağı günde: ‘Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun.’ (denilecek.)” (el-Mu’min, 40/45-46)
Müslim’in, Sahih’inde yer alan ve Zeyd b. Sabit’in rivayet ettiği hadise göre Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmuştur: “Şâyet birbirinizi defnetmeme ihtimali olmasaydı, yüce Allah’a benim bir kısmını duyduğum kabir azabından size de işittirmesi için dua edecektim. Daha sonra yüzünü onlara döndürerek: Ateş azabından Allah’a sığınınız, diye buyurdu. Ashab: Ateş azabından Allah’a sığınırız, dediler. Bu sefer: Kabir azabından Allah’a sığınınız, diye buyurdu, onlar da: Kabir azabından Allah’a sığınırız, dediler. Yine: Açığa çıkanıyla, gizlisiyle fitnelerden Allah’a sığınınız, buyurdu. Onlar da: Açığa çıkanıyla, gizlisiyle fitnelerden Allah’a sığınırız, dediler. Deccal’in fitnesinden Allah’a sığınınız, diye buyurunca, onlar da: Deccal’in fitnesinden Allah’a sığınırız, dediler.”
Kabir nimetine gelince, bu da samimi, sadık mü’minler hakkında söz konusudur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak: ‘Rabbimiz Allah’tır.’ deyip, sonra dosdoğru olanların üzerine melekler: ‘Korkmayın, üzülmeyin ve size vaadolunan cennetle sevinin’ diye inerler.” (Fussilet, 41/30)
Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“Hele (o can) boğaza gelince, o vakit siz de bakar dururken, evet o zaman Biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz. Eğer siz gerçekten hesaba çekilmeyecek olsaydınız, doğru söyleyenler iseniz onu geri çevirebilirdiniz. Eğer o yakınlaştırılmışlardan ise artık rahatlık, güzel kokular ve Naim cenneti vardır (ona)” (el-Vâkıa, 56/83-89) sûrenin sonuna kadar olan bölüm de bu gerçekleri dile getirmektedir.
el-Berâ b. Âzib’den –radıyallahu anh– rivayete göre Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– kabrinde iki meleğe cevap veren mü’min kimse hakkında şöyle buyurmuştur:
“Semadan bir münadi: Kulum doğru söyledi ona cennetten bir döşek hazırlayınız, ona cennetten elbise giydiriniz, ona cennete ulaşan bir kapı açınız diye seslenir. Bunun üzerine ona, cennetin hoş kokularından ve rahat verici esintilerinden gelir, gözü uzanabildiği kadarıyla da kabri onun için genişletilir.” Bunlar Ahmed ve Ebû Davud’un rivayet ettikleri uzunca bir hadisin bir bölümüdür.

Âhirete İmanın Faydaları:

Âhirete imanın önemli pek çok faydası vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Bugünün mükâfatını elde etmek umudu ile itaat işleme arzusu artar ve buna özellikle gayret gösterilir.
2- O günün cezasından korkarak masiyet işlemekten ve masiyete razı olmaktan korkmak.
3- Mü’minin elde edeceğini umduğu âhiret nimet ve mükâfatları hatırlatılarak, dünyada eline geçiremediği dünyalıklara karşı teselli etmek.
Kâfirler imkânsız olduğu iddiasıyla ölümden sonra dirilişi inkâr etmişlerdir. Ancak böyle bir iddia batıldır. Bu iddianın batıl oluşuna şeriat, duyu organları ve akıl açıkça delil teşkil etmektedir.
Şeriatın bu iddianın batıl oluşuna delil teşkil etmesi:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“O kâfir olanlar öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: Hayır, Rabbim hakkı için elbette diriltileceksiniz. Sonra da işlediğiniz mutlaka size haber verilecektir, hem bu Allah’a göre pek kolaydır.” (et-Teğâbun, 64/7)
Zaten bütün semavî kitaplar da ittifakla öldükten sonra dirilişi dile getirmişlerdir.
Duyu organlarına gelince, yüce Allah bu dünya hayatında kullarına ölülerin dirilişini göstermiş bulunmaktadır. el-Bakara sûresinde buna dair beş misal vardır. Bu misalleri sıralayalım:
Birinci Misal: Musa’nın –aleyhi’s-selâm– kavmi ona: “Ey Musa biz Allah’ı apaçık görmedikçe, sana asla iman etmeyiz.” demeleri üzerine yüce Allah onları öldürmüş, sonra da onları diriltmişti. İşte yüce Allah bu hususta İsrailoğullarına hitaben şöyle buyurmaktadır:
“Bir de hatırlayın ki siz: ‘Ey Musa! Biz Allah’ı apaçık görmedikçe, sana asla iman etmeyiz’ demiştiniz. O anda siz bakıp, dururken bir yıldırım sizi çarpmıştı. Sonra şükredesiniz diye ölümünüzün ardından sizi tekrar diriltmiştik.” (el-Bakara, 55-56)
İkinci Misal: İsrailoğullarının, katilinin kimliği hakkında anlaşmazlığa düştükleri maktûl ile ilgilidir. Yüce Allah onlara bir inek keserek, o ineğin bir parçasıyla o maktule vurmalarını ve böylelikle o kimsenin kalkıp kendilerine katilinin kim olduğunu haber vereceğini söyledi. Bu hususta da yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hani siz bir kişi öldürmüştünüz de (katili) hakkında her biriniz suçu diğerine atmıştınız. Halbuki Allah sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır. O sebeble: ‘Onun bir parçasıyla ona vurun’ dedik. İşte Allah ölüleri böyle diriltir, akledersiniz diye size âyetlerini gösterir.” (el-Bakara, 2/72)
Üçüncü Misal: Yurtlarından binlerce kişi oldukları halde ölümden kaçmak maksadıyla çıkan kimselerin başından geçen olayla ilgilidir. Yüce Allah bunları önce öldürmüş, daha sonra da onları tekrar diriltmişti. İşte bu hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Binlerce kişi oldukları halde, ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara: Ölün dedi, sonra da onları diriltti. Gerçekten Allah insanlara karşı lutuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” (el-Bakara, 2/243)
Dördüncü Misal: Ölmüş bir kasabanın yanından geçerek yüce Allah’ın tekrar bu kasabayı diriltmesini uzak bir ihtimal olarak gören kimsenin kıssasıdır. Allah bu zatı yüz sene öldürdükten sonra tekrar diriltmiştir. İşte bu hususta da yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Yahut duvarları, çatıları üstüne çökmüş bir kasabaya uğrayan kimse gibisini (görmedin mi?) ‘Allah burasını ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?’ demişti. Allah da onu yüzyıl öldürmüş, sonra dirilterek: ‘Ne kadar kaldın’ demişti. O da: ‘Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldım’ diye söylemişti. ‘Hayır, yüzyıl (ölü) kaldın. İşte yiyeceğine ve içeceğine bak, hiç bozulmamış. Bir de merkebine bak. Biz seni insanlara bir alâmet kılalım diye böyle yaptık. (Merkebin) kemikler (in) e de bak. Onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz? Sonra da onlara et giydiriyoruz’ diye buyurdu. Durum kendisine apaçık belli olunca: ‘Biliyorum ki Allah her şeye kadirdir’ demişti.” (el-Bakara, 2/269)
Beşinci Misal: Bu da İbrahim el-Halil’in –aleyhi’s-selâm– Rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istemesi ile ilgili kıssasıdır. Yüce Allah ona dört kuş kesmesini ve onları çevresinde bulunan dağlar üzerinde parça parça dağıtmasını, sonra da onlara seslenmesini emretti. Bu kuşların parçaları birbirine gelip kaynaşacak ve İbrahim’in –aleyhi’s-selâm–yanına koşarak geleceklerdi. İşte bu hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hani İbrahim: ‘Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster’ demişti. ‘İnanmadın mı yoksa’ diye buyurdu. O da: ‘İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (soruyorum.)’ demişti. Buyurdu ki: ‘Dört kuş al, onları kendine alıştır. Sonra onların her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki Allah mutlak galibtir, Hâkimdir.” (el-Bakara, 2/260)
İşte bunlar duyu organlarıyla hissedilebilen ve fiilen gerçekleşmiş örneklerdir. Bunlar ölülerin diriltilişinin mümkün olduğuna delil teşkil etmektedir. Meryem oğlu İsa’nın –aleyhi’s-selâm– mucizelerinden olmak üzere yüce Allah’ın izniyle ölüleri dirilttiğine ve onları kabirlerinden çıkarttığına daha önceden işaret etmiş bulunuyoruz.
Öldükten sonra dirilişin imkânsız olduğu iddiasının aklî delillerle çürütülmesi de iki şekilde söz konusudur:
1- Yüce Allah gökleri, yeri ve her ikisinde bulunanları yaratandır. Onları ilkin yoktan var eden, varlıklarını başlatan O’dur. İlkin yaratıkları yaratmaya kadir olan, onları tekrar yaratmaktan âciz değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Yaratıkları ilkin yoktan var eden, sonra da onu tekrar iâde eden O’dur ve bu O’na göre daha kolaydır.” (er-Rûm, 30/27)
“İlk yaratmaya başladığımız gibi, onu tekrar iâde ederiz. Üzerimize bir va’d olarak bunu mutlaka yapacağız.” (el-Enbiyâ, 21/104)
Çürümüş kemiklerin diriltilmesini inkâr eden kimselere cevap verilmesini emrederek şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Onları ilk defa yaratan kim ise onları diriltecektir. O her türlü yaratmayı en iyi bilendir.” (Yâsîn, 36/79)
2- Yeryüzü ölü, hareketsiz ve üzerinde yeşil hiçbir bitki bulunmadığı halde iken üzerine yağmur iner de sarsılır ve yeşerip dirilir. Orada göz alıcı her bir çiftten bitkiler çıkar. Ölümünden sonra yeri diriltmeye kadir olan elbetteki ölüleri de diriltmeye kadir olandır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onun âyetlerinden biri de yeri kupkuru görmendir. Biz üzerine suyu indirdiğimizde sarsılır ve kabarır. Onu dirilten, şüphesiz ki ölüleri de dirilticidir. Çünkü O her şeye kadirdir.” (Fussilet, 41/39)
“Ve Biz gökten bereketli su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilen taneler bitirdik ve tomurcukları üstüste binmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları da kullara rızık olmak üzere (bitirdik). Ve Biz onunla ölmüş bir ülkeyi dirilttik. İşte çıkış da böyle olacaktır.” (Kâf, 50/9-11)
Sapıklık taraftarı bazı kimseler, sapık iddialarda bulunarak kabir azabını, kabir nimetini inkâr etmişlerdir. Onlar vâkıa’ya aykırı olduğundan dolayı bunun mümkün olmadığını iddia ederler ve derler ki: Eğer ölünün kabri açılacak olursa, önceki hali nasılsa öylece görülecektir. Kabirde genişlik ya da darlık itibariyle hiçbir değişiklik tesbit edilmeyecektir.
Daha önceden âhiret gününe iman ile ilgili hususlar ele alınırken (b) fıkrasında kabir azabı ve kabir nimetinin sabit olduğuna delil teşkil eden nass’lar geçmiş bulunmaktadır.
Sahih-i Buharî’de İbn Abbâs –radıyallahu anh– yoluyla gelen hadîste şöyle dediği sabittir: “Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– Medine bahçe duvarlarından birisinin dışına doğru çıktı. Kabirlerinde azab gören iki kişinin seslerini işitti.” Daha sonra hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Hadîste belirtildiğine göre: “O kabir sahiplerinden birisi kendisini bevl’den kollamıyordu.” Bir rivayette de “kendi bevlinden” şeklindedir. Diğeri ise “laf alıp götüren bir kimse idi” denilmektedir.
Duyular açısından bu iddianın batıl olduğuna gelince, uyuyan bir kimse rüyasında geniş, çok göz kamaştırıcı ve nimetlere mazhar olduğu bir yerde olduğunu yahut ta dar, sıkıntılı ve acı ve ızdırap çektiği bir yerde olduğunu görebilir. Kimi zaman bu gördüğü rüyanın etkisiyle uyanabilir. Bununla birlikte o odasında, yatağı üzerinde olduğu gibi görünür. Uyku ölümün benzeridir. Bundan dolayı yüce Allah uykuya da “vefat: ölüm” adını vermektedir:
“Allah ölümleri vaktinde ruhları alır. Ölmeyeninkini de uykuda alır. Hakkında ölüm hükmünü verdiğini tutar, diğerini ise belirli bir süreye kadar salıverir.” (ez-Zümer, 39/42)
Aklî bakımdan bu iddianın çürük olduğuna gelince: Uykuda olan bir kimse vâkıa’ya uygun hak bir rüya görebilir. Bazen Peygamber’i –sallallahu aleyhi ve sellem– dahi sıfatlarına uygun şekilde görebilir. Peygamber efendimizi sıfatlarına uygun şekliyle gören bir kimse, onu gerçekten görmüş demektir. Bununla beraber uyuyan kimse kendi odasında ve gördüğünden uzakta olduğu halde yatağı üzerindedir. Bu husus dünya halleri açısından mümkün olduğuna göre, âhiret halleri açısından nasıl mümkün olmasın?
Bunu inkâr edenlerin ölünün kabri açılacak olursa, gömüldüğü haliyle görüleceğini, kabirde genişlik ya da darlık açısından hiçbir değişiklik olmayacağını ileri sürüp, bunu iddialarına dayanak yapmalarına gelince, buna çeşitli bakımlardan cevap verilebilir. Şöyle ki:
1- Evvelâ şeriatın getirdiği hükümlere bu gibi çürük şüphelerle karşı çıkmak doğru değildir. Bu şüphelerin sahibi eğer şeriatın getirdikleri üzerinde gerçekten düşünecek olursa, bu şüphelerinin batıl olduğunu da çok iyi anlayacaktır. Bir şair şöyle demiştir:
“Nice doğru sözü ayıplayan kimse vardır ki,
Onun hatâsı hastalıklı kavrayışıdır.”
2- Berzah halleri duyu organlarıyla idrâk edilemeyen gayb işlerindendir. Eğer duyu organlarıyla idrâk edilseydi gayba iman edenlerle, gaybı inkâr edip iman etmeyi kabul etmeyenler birbirlerine eşit olurlardı.
3- Azab, nimet, kabrin genişliği ve darlığını sadece ölü idrâk eder, başkası değil. Bu da uyuyan bir kimsenin rüyasında kendisini sıkıntılı ve dar bir mekânda yahut ta geniş ve rahat bir yerde görmesi gibidir. Başkasına göre uyuyanda herhangi bir değişiklik yoktur. O kendi odasında, yatağı ile yorganı arasında bulunmaktadır. Peygamber’e –sallallahu aleyhi ve sellem– ashabı arasında bulunduğu halde vahiy geliyor, kendisi vahyi duyduğu halde ashabı o vahyi duymuyordu. Kimi zaman melek ona bir insan suretinde görünür, onunla konuşurdu. Sahabe ise ne o meleği görürler, ne de işitirlerdi.
4- Yaratılmışların idrâki yüce Allah’ın kendilerine verdiği imkânlar çerçevesinde sınırlıdır. Onların var olan her bir şeyi idrâk etmelerine imkân yoktur. Yedi sema, arz ve her ikisinde bulunanlar ile her şey yüce Allah’ı hamd ile gerçek manada tesbih etmektedirler. Yüce Allah bazen yarattıklarından dilediği kimselere onların tesbihlerini işittirir. Bununla birlikte bu gerçek bizim için perdelidir. İşte bu hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (el-İsrâ, 17/44)
Şeytanlar ve cinler de aynı şekilde yeryüzünde gider, gelirler. Cinler Rasûlullah’ın –sallallahu aleyhi ve sellem– huzuruna gelmişler, onun Kur’ân okumasını dinlemişler, kulak vermişler. Uyarıcılar olarak kavimlerine geri dönüp, gitmişlerdir. Bununla birlikte onlar bizim tarafımızdan görünmezler. İşte bu hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey Âdemoğulları! Şeytan ana ve babanızı, avret yerlerini kendilerine göstermek için üzerlerinden elbiselerini sıyırarak, cennetten çıkmalarına sebeb olduğu gibi, sakın sizi de fitneye düşürmesin. Çünkü o da, kabilesi de sizi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerden görürler. Biz şeytanları, iman etmeyenlerin velileri kıldık.” (el-A’râf 7/27)
İnsanlar var olan her bir varlığı idrak edemediklerine göre; gayb işlerinden olduğu sabit olup da kendilerinin idrak edemedikleri hususları inkâr etmeleri doğru bir iş değildir.

Altıncısı: Kadere İman

“Bir de hayrıyla, şerriyle kadere iman etmendir.”
“Bu altı esasa delil yüce Allah’ın: “Yüzlerinizi doğu ve batı’ya döndürmeniz, iyilik demek değildir. Fakat asıl iyilik âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere iman edenin… yaptığıdır.” (el-Bakara, 2/177) buyruğudur. Kaderin delili de yüce Allah’ın: “Çünkü Biz her şeyi bir kader ile yarattık.” (el-Kamer, 54/49) buyruğudur.”
Kader, ezeldeki ilmine ve hikmetinin gereğine uygun olarak, yüce Allah’ın olacak bütün hususları takdir etmiş olması demektir.

Kadere İman Şu Dört Hususu Kapsar:

1- Yüce Allah’ın toplu olarak ve tafsilâtıyla ezelden ebede kadar -ister kendisinin fiilleriyle taalluk etsin, ister kullarının fiilleriyle taalluk etsin- herhangi bir fark söz konusu olmaksızın, her şeyi bildiğine iman etmek.
2- Yüce Allah’ın bunları Levh-i Mahfuz’a yazmış olduğuna iman etmek. İşte bu iki husus ile ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bilmez misin ki Allah gökte ve yerde olan her şeyi bilir. Şüphesiz ki bütün bunlar bir kitaptadır. Gerçekten bu Allah’a çok kolaydır.” (el-Hac, 22/70)
Sahih-i Müslim’de de Abdullah b. Amr b. el-Âs’dan –radıyallahu anh– şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah’ı –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyururken dinledim:
“Allah gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene önce bütün mahlukatın kaderlerini yazmıştır.”
3- Bütün kâinatın (meydana gelen olayların) ancak yüce Allah’ın meşieti ile meydana geldiğine iman etmek. Bunlar ister kendi fiilleriyle ilgili olsunlar, ister yaratıkların fiilleriyle ilgili olsunlar farketmez. Yüce Allah kendi fiilleriyle alakalı olanlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer” (el-Kasas, 28/68)
“Allah dilediğini yapar” (İbrahim, 14/27)
“Döl yataklarında sizi nasıl dilerse öylece şekillendiren O’dur.” (Âl-i İmrân, 3/6)
Yaratıkların fiilleri hakkında da yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah dileseydi, elbette onları üzerinize saldırtır, sizinle savaşırlardı” (en-Nisâ, 4/90)
“Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. Artık sen de onları iftiraları ile başbaşa bırak.” (el-En’âm, 6/112)
4- Bütün varlıkların, oluşların hem bizzat kendileri, hem sıfatları, hem de hareketleriyle yüce Allah tarafından yaratılmış olduklarına iman etmek. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır, O her şeye vekildir” (ez-Zümer, 39/62)
“Her şeyi yaratıp onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir.” (el-Furkan, 25/2)
Yüce Allah peygamberi İbrahim’in –aleyhi’s-selâm– kavmine: “Halbuki sizi de yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır” (es-Sâffât, 37/96) dediğini bize bildirmektedir.
Açıkladığımız şekliyle kadere iman etmek, kulun ihtiyarî fiillerinde bir meşîetinin ve bu fiillere yetecek bir kudretinin bulunmasına aykırı değildir. Çünkü hem şeriat, hem de vakıa kulun böyle bir imkâna sahip olduğuna delil teşkil etmektedir.
Şer’î delil: Yüce Allah insanın meşîeti hakkında: “O halde dileyen Rabbine bir dönüş yolu edinsin” (en-Nebe’, 78/69); “O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varın.” (el-Bakara, 2/223) diye buyurmaktadır.
Kudret (güç yetirebilmek) hakkında da şöyle buyurmaktadır:
“O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun ve dinleyin, itaat edin” (et-Teğâbun, 64/16)
“Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı (iyilik) kendisine, yaptığı (kötülük) da onun aleyhinedir.” (el-Bakara, 2/286)
Vâkıa’nın delâletine gelince: Her insan kendisinin bir meşîet (dileme, irade etme) ile bir kudretinin olduğunu, bunlarla istediğini yapıp yine bunlarla istemediğini terkettiğini bilmektedir. Yine insan, yürümek gibi kendi iradesiyle meydana gelen davranışları ile titreme gibi iradesi olmaksızın meydana gelen davranışları da ayırdedebilmektedir. Fakat kulun meşîeti ve kudreti yüce Allah’ın meşîet ve kudreti ile ortaya çıkmaktadır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Aranızdan dosdoğru yolda gitmek isteyenlere... Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz.” (et-Tekvîr, 81/28-29)
Diğer taraftan kainat bütünüyle yüce Allah’ın mülküdür, O’nun ilim ve meşîeti olmaksızın hiçbir şey O’nun mülkünde meydana gelmez.
Açıkladığımız şekilde kadere iman etmek, farzları terketmek yahut ma’siyetleri işlemek dolayısıyla kulun eline bir delil vermiş olmaz. Buna göre kulun bu gibi halleri için kaderi delil göstermesi çeşitli bakımlardan tutarsızdır:
1- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Müşrikler: ‘Allah dileseydi, biz de, babalarımız da ortak koşmazdık. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.’ diyeceklerdir. Onlardan öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar işte böyle yalanladılar. De ki: ‘Yanınızda bize çıkartıp, gösterebileceğiniz herhangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve siz yalnızca yalan uyduranlarsınız.” (el-En’âm, 6/148)
Eğer kader bunların lehine bir delil teşkil etmiş olsaydı, herhangi bir şekilde yüce Allah onlara azabını tattırmazdı.
2- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak (o peygamberleri gönderdi) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı ileri sürecekleri bir delilleri kalmasın. Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (en-Nisâ, 4/165)
Şâyet peygamberlere aykırı davrananlar lehine kader bir delil teşkil etmiş olsaydı, peygamberlerin gönderilmesiyle bu delilin ortadan kalkmaması gerekirdi. Çünkü peygamberlerin gönderilmesinden sonra onların peygamberlere aykırı davranmaları da yüce Allah’ın kaderiyledir.
3- Lafız Buharî’nin olmak üzere Buharî ve Müslim’in Ali b. Ebî Talib’den –radıyallahu anh– rivayetlerine göre Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– şöyle buyurmaktadır:
“Cennet ya da cehennemden kalacağı yer yazılmamış sizden hiçbir kimse yoktur.” Orada bulunanlardan birisi:
“O halde biz ameli terk etmeyelim mi?” diye sordu. Peygamber: “Hayır, herkes için kolaylık sağlanmıştır.” Daha sonra: “Artık kim verir ve sakınırsa…” (el-Leyl, 92/5) âyetini okudu. Müslim’in lâfzında da: “Herkese, ne için yaratılmışsa o kolaylaştırılmıştır” denilmektedir. Böylelikle Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– amelde bulunmayı emrederek kadere bel bağlayarak ameli terketmeyi yasaklamıştır.
4- Yüce Allah kula emir ve nehiyler vermiş ve ancak güç yetirebildiği şeylerle onu mükellef tutmuştur. O: “O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun” (et-teğâbun, 64/16) diye buyurduğu gibi: “Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.” (el-Bakara, 2/286) diye de buyurmaktadır.
Şâyet kul fiillerini işlemeye mecbur olsaydı, o takdirde kendisi için kurtulması mümkün olmayan, güç yetiremeyeceği şeylerle mükellef tutulmuş olurdu. Böyle bir şey ise batıldır. Bundan dolayı kul bilmeden, unutarak ya da zorlandığı için herhangi bir kötülük işleyecek olursa, mazur sayılacağından ötürü onun için günah söz konusu olmaz.
5- Yüce Allah’ın kaderi gizli bir sırdır. Kulun onu bilmesi ancak takdir olunan ve kudret çerçevesinde olan işin meydana gelişinden sonra mümkün olabilir. Kulun yapmak istediği iş ile ilgili iradesi o işi yapmasından öncedir. Buna göre onun yapmak istediği işi irade etmesi Allah’ın kaderi ile ilgili bilgisine dayalı değildir. Bu durumda kişinin kaderi delil olarak göstermesi söz konusu olmaz. Zira kulun bilmediği hususlarda lehine herhangi bir delil bulunması da mümkün değildir.
6- Bizler insanların dünya işlerinde kendilerine uygun düşen işlere yöneldiklerini, onları elde etmeye çalıştıklarını, onları bir kenara bırakarak uygun olmayan işlere yönelmediklerini, uygun işlere yönelmelerine karşılık da kaderi delil göstermediklerini görüyoruz. Peki aynı insan niçin dini ile ilgili hususlarda kendisine fayda veren şeyleri bırakıp zararlı olan şeylere yöneliyor, sonra da kaderi delil gösteriyor? Her iki işin durumu aynı değil midir?
Şimdi bu hususu bir örnekle açıklayalım: Bir insanın önünde iki yol bulunsa ve bunlardan birisi başından sonuna kadar anarşi, öldürme, talan, namus ve şereflerin ayaklar altına alınması, korku ve açlığın egemen olduğu bir ülkeye ulaşırken, diğeri ise başından sonuna kadar düzen, tam bir güvenlik, rahat bir geçim, namus, şeref ve haysiyetlere, mallara saygının egemen olduğu bir düzenin bulunduğu ülkeye ulaştırıyor ise acaba insan bu iki yolun hangisini izler?
Elbetteki düzenin ve güvenliğin egemen olduğu ülkeye götüren ikinci yolu izleyecektir. Hiçbir zaman aklı başında bir insanın anarşinin ve korkunun egemen olduğu ülkeye götüren yolu izleyeceği ve bunun için de kaderi delil göstereceği düşünülemez. O halde âhiret ile ilgili hususlarda ne diye cennete değil de, cehenneme götüren yolu izlemekte ve bunun için kaderi delil göstermektedir?
Bir diğer örnek: Hastaya ilaç içmesi emredildiğinde canı istememekle birlikte bu ilacı içtiğini, kendisine zarar veren yemekten alıkonduğunda canı çekmekle birlikte o yemeği terkettiğini görüyoruz. Bütün bunları şifa bulmak ve esenliğe kavuşmak isteğiyle yapar. İlacı içmeyip, kendisine zarar veren yemeği yiyerek kaderi delil göstermesi mümkün değildir. Peki insan ne diye Allah ve Rasûlünün emrettiğini terketmekte ya da Allah ve Rasûlünün yasakladıklarını işlemekte, sonra da kaderi delil göstermektedir?
7- Terkettiği farzlara yahut işlediği ma’siyetlere karşılık kaderi delil gösteren bir kimseye, herhangi bir kimse bir haksızlıkta bulunup da malını alacak ya da herhangi bir hakkını çiğneyecek olup da ona karşı kaderi delil gösterir ve o kimseye: Sakın beni kınama, çünkü benim sana bu haksızlığım Allah’ın kaderinin bir gereğidir diyecek olursa, onun böyle bir gerekçesini kabul etmez. Peki başkasının kendisine yaptığı haksızlıklarda kaderin delil gösterilmesini kabul etmezken, yüce Allah’ın haklarını çiğnemesi halinde kaderi kendi lehine nasıl delil olarak gösterebilir?
Nakledildiğine göre mü’minlerin emiri Ömer b. el-Hattab’ın –radıyallahu anh– huzuruna el kesme cezasını haketmiş bir hırsız getirilir. O da elinin kesilmesini emredince, hırsız: Ağır ol ey mü’minlerin emiri der, çünkü ben Allah’ın kaderinin bir gereği olarak hırsızlık yaptım deyince, Ömer –radıyallahu anh– de: Bizler de ancak Allah’ın kaderinin gereği olarak senin elini kesebiliriz, diye cevap vermiştir.

Kadere İmanın Faydaları:

Kadere imanın pek büyük faydaları vardır. Bunların bazılarını şöylece sayabiliriz:
1- Sebeplerin yerine getirilmesi esnasında yüce Allah’a güvenip dayanmak ve sadece sebebe güvenmemek. Çünkü her şey yüce Allah’ın kaderi ile olur.
2- Kişi maksadının gerçekleşmesi halinde kendisini beğenmez. Çünkü o maksadın gerçekleşmesi yüce Allah’ın bir nimetidir ve O’nun takdir ettiği hayır sebepleri ve başarı sebepleri iledir. Kişinin kendisini beğenmesi ise bu nimete karşılık yüce Allah’a şükretmeyi unutturur.
3- Yüce Allah’ın kaderlerinden üzerinde cereyan eden şeylere karşılık ruhen huzurlu ve rahat olur. Sevdiği bir şeyi ele geçirmemekten dolayı ya da hoşuna gitmeyen bir şeyin meydana gelmesinden ötürü huzursuz olmaz. Çünkü bütün bunlar göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan Allah’ın kaderi iledir ve olanın meydana gelmesi kaçınılmaz bir şeydir. İşte bu hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İster yeryüzünde, ister nefislerinizde meydana gelen her bir musibet mutlaka bizim onu yaratmamızdan önce o bir kitaptadır. Şüphesiz ki bu Allah’a çok kolaydır. Elinize geçiremediğinize tasalanmayasınız ve size verdiğine sevinmeyesiniz diye. Allah böbürlenip, kibirlenen kimseleri sevmez.” (el-Hadid, 57/22-23)
Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem– de şöyle buyurmaktadır:
“Mü’minin işine hayret edilir. Çünkü onun bütün işleri hayırdır ve bu mü’min dışında hiçbir kimse için söz konusu değildir. Ona bir bolluk isabet ederse şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Ona bir kötülük isabet ederse sabreder ve bu da onun için bir hayır olur.” Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Kader hakkında iki taife sapıtmış bulunmaktadır:
1- Bunların birincisi Cebriye’dir. Bunların görüşlerine göre kul amelini işlemeye mecburdur. Bu konuda onun herhangi bir irade ve kudreti yoktur.
2- Kaderiye: Bunlar da kul yaptığı işinde irade ve kudreti itibariyle bağımsızdır. Yüce Allah’ın meşîet ve kudretinin bu hususta herhangi bir etkisi yoktur; derler.
Birinci kesim olan Cebriye’nin görüşleri hem şer’î delillerle, hem de vâkıa ile çürütülür:
Şer’î Delil: Yüce Allah, kulun bir irade ve bir meşietinin olduğunu tesbit etmiş ve kulun amelini yine kula izafe etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İçinizden kiminiz dünyayı istiyor, kiminiz de âhireti istiyordu” (Âl-i İmrân, 3/152)
“De ki: O Rabbinizden gelen haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun. Gerçekten Biz zalimler için etrafını saran duvarları, kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırlamışızdır.” (el-Kehf, 18/29)
“Kim salih amel işlerse kendi lehine, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına asla zulmedici değildir.” (Fussilet, 41/46)
Vâkıaya gelince: Her insan yemek, içmek, alışveriş gibi kendi iradesiyle yapmış olduğu ihtiyarî fiilleri ile sıtmadan dolayı titremek, duvardan düşmek gibi iradesi olmaksızın yapmak durumunda olduğu fiiller arasındaki farkı çok iyi bilir. O birinci tür işleri bizzat işleyip zorlama olmaksızın tercihi ve iradesi ile yaptığı halde, ikinci tür işlerde bir seçimi yoktur ve meydana gelen işleri iradesiyle istememiştir.
İkinci kesim olan Kaderiye’nin görüşleri de hem şer’î delillerle, hem de aklî delillerle çürütülmüştür.
Şer’î Deliller: Şanı yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır ve her bir şey O’nun meşîeti ile meydana gelir. Yüce Allah Kitabında kulların fiillerinin kendi meşîetiyle meydana geldiğini belirterek şöyle buyurmaktadır:
“Eğer Allah dileseydi, onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler de kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi, fakat Allah dilediği şeyi yapar.” (el-Bakara, 2/253);
“Eğer Biz dileseydik, her nefse elbette hidayetini verirdik. Fakat benden sadır olan: ‘Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım’ sözü hak olmuştur (yerini bulacaktır.)” (es-Secde, 32/13)
Aklî delile gelince: Kâinatın tümü yüce Allah’ın mülküdür. İnsan da bu kainatın bir parçasıdır. O halde o da yüce Allah’ın mülküdür. Mülk altında bulunan bir varlığın gerçek mâlikin mülkünde izni ve meşîeti olmaksızın tasarrufta bulunmasına da imkân yoktur.
musemma isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
imanın, imanın şartları, şartları


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


gizli ilimler gizli ilim
Tüm Zamanlar GMT +4.5 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 20:30.


Powered by vBulletin® Version kapalı
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.6.0
YASAL UYARI : İçerik sağlayacı paylaşım sitelerinden biri olan Ruhani.Net Adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K'nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan sorumludur. Ruhani.Net hakkında yapılacak tüm Hukuksal Şikayetler, Yöneticilerimiz ile iletişime geçilmesi yada iletişim formunu doldurulması halinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde Ruhani.Net yönetimi olarak tarafımızdan gereken işlemler yapılacak ve size dönüş sağlanacaktır. her yürlü sorunlar için email ; ruhaninet@gmail.com
sakarya escort sakarya escort sakarya escort sakarya escort serdivan escort izmir escort eporner