Ruhani  

Go Back   Ruhani > Eğlence > Kültür Sanat > Makaleler
Kayıt ol Yardım Topluluk Ajanda Bugünki Mesajlar Arama

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Arama Stil
Alt 01-27-2012, 02:39   #1 (permalink)

Avatar Yok
 

Üyelik tarihi: Jan 2012


Mesajlar: 291
Konular: 266

Karma Puanı: 2

Standart Madalyonun öteki yüzü

(1) İsrail'in Barışı Ne Kadar Gerçek?
Son iki yıldır dünya gündeminde yer alan önemli konulardan biri, İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü arasındaki barış sürecidir. İki eski düşman arasındaki bu anlaşma, Batı'nın büyük medya kuruluşları ve onların yerli benzerleri tarafından son derece süslü bir biçimde sunuluyor. Israrla zihinlere enjekte edilen bu telkine göre; iki taraf arasındaki "silahlara veda", Ortadoğu'daki gerçek ve kalıcı bir barışın öncüsüdür. İki taraf da ciddi ve samimi bir biçimde barışa inanmışlar ve diğer hedeflerinden vazgeçmişlerdir. İsrailliler, "Büyük" İsrail rüyasını, Filistinliler de yıllardır çektikleri acıların hesabını bir kenara bırakıp, barışın pembe dünyasına elele adım atmışlardır.
Oysa "barış süreci" içindeki tarafların ve medyanın belirli kesimlerinin verdiği bu telkini inandırıcı kılmayan önemli göstergeler vardır. Eğer konunun birz daha derinine iner ve bize gösterilenlerden farklı yönlerini incelersek, ilginç gerçeklerle karşılaşırız. Özellikle, İsrail'in gerçek niyetinin "barış"la pek bir ilgisi yoktur.
İsrail yönetimi, ABD Başkanı Clinton'ın koruması altında FKÖ lideri ile el sıkışmadan önce, çok önemli bir diğer barış anlaşmasını 1978 yılında Camp David'de imzalamıştı. O zaman ABD Başkanı Carter'ın önünde İsrail ve Mısır liderleri kucaklaşmışlardı. Menahem Begin ile Enver Sedat arasındaki bu samimiyet ve imzalanan "barış", çoğu insanı Ortadoğu'da gerçek bir barış kurulduğu konusunda ikna etmiş, İsrail'in eski hırçınlığından vazgeçtiği, barışı işgalden daha çok sevdiği düşüncesi yaygınlaşmıştı.
Ancak bu pembe tabloya ikna olmuş olanlar, 4 yıl sonra "Zahal" (İsrail ordusu) birlikleri Lübnan'ı işgal edince şaşkına döndüler. Nobel Barış Ödülü'nü kazanan Menahem Begin'in emriyle Beyrut'a kadar ilerleyen İsrail birlikleri, ülkedeki beşinci kolları olan Falanjistleri kullanarak Sabra ve Şatilla göçmen kamplarındaki binlerce sivil Filistinli'yi kadın-çocuk ayrımı yapmadan imha ettiler. Begin'in Savunma Bakanı Ariel Şaron, bu nedenle daha sonraları "Lübnan Kasabı" olarak anılmaya başlayacaktı.

Begin'in "Barış Tuzağı"
Aynı Begin, Camp David anlaşmaları sırasında, işgal altındaki Filistin toprakları (Batı Şeria ve Gazze Şeridi) için de bir "otonomi planı" öne sürmüştü. Bu plan, bugün İsrail yönetimi tarafından FKÖ'ye önerilen plana oldukça benziyordu. Begin de Filistinlilere Gazze Şeridi'nde ve Batı Şeria'nın belirli bölgelerinde özerklik teklif etmiş ve bu yolla Filistin direnişini sona erdirmeyi hesaplamıştı. Ancak bu otonomi planı, kesinlikle Begin'in İsrail işgalini sona erdirmek istediği anlamına gelmiyordu; plan gerçekte bir tuzaktı. Öyle ki, gerçekten "güvercin" olan bir İsrailli, Kudüs İbrani Üniversitesi'nden Profesör Jacob Talmon, Begin'e yazdığı uzun mektubunda şöyle diyordu: "Sayın Başbakan, sizin Filistinlilere önerdiğiniz otonomi planı, Yahudi-olmayanları susturmak için üretilmiş bir tuzaktan başka bir şey değildir..."1
Şimdi ise, 15 yıl aradan sonra, İzak Rabin hükümeti, Begin'in otonomi planının yeni bir örneğini uygulamaktadır. Ve bunun da önceki gibi bir "tuzak" olma ihtimali vardır. Nitekim, Filistin'in ünlü aydını Edward Said, FKÖ liderlerini uyarmakta ve onlara "Talmudist bir milletle karşı karşıya olduklarını unuttuklarını" söylemektedir (Talmudist: Yahudi kutsal kaynağı Talmud'a sıkı sıkıya bağlı). Said'in dediğine göre, İsrailliler, her satırın, her virgülün ardında bir tuzak hazırlıyor olabilirler.2
Edward Said'in FKÖ'yü Yahudi dini kaynaklarına gönderme yaparak uyarması boşuna değildir. Çünkü sözkonusu dini kaynaklar, "barış yoluyla tuzak" mantığını desteklerler. Muharref Tevrat, George Orwell'in "1984"ündekine benzer bir "savaş barıştır" mantığını ve "savaş için barış" yöntemini şöyle açıklar:
Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın zaman, onu barışa çağıracaksın. Ve vaki olacak ki, eğer barış cevabı verirse ve kapılarını sana açarsa, o vakit vaki olacak ki, içinde bulunan bütün kavim angaryacı olacaklar ve sana kulluk edecekler.3
Tüm bunlara bakarak, İsrail ile FKÖ arasındaki barışı son derece ihtiyatlı bir biçimde değerlendirmemiz gerektiğini söyleyebiliriz. Madem İsrailliler, "barış"ı bir tür tuzak olarak kullanılabilmektedir, öyleyse mevcut İzak Rabin hükümetinin gerçek niyetinin bu olamayacağını kim söyleyebilir?

İzak Rabin'in Kirli Sicili
Böyle bir kuşkuya kapılmakta haklıyız, çünkü İzak Rabin'in geçmişi oldukça kirlidir. Şu sıralar barış havarisi rolü oynuyor; ama kısa süre önce hiç de öyle değildi. Rabin, iktidara oturup barış sürecini başlattığı 1992 yılından iki yıl öncesine dek yine İsrail hükümetindeydi: Likud-İşçi Partisi ortak hükümetinin Savunma Bakanıydı. Ve o dönemlerde hiç de "güvercin" politikalar izlemiyordu. İntifada'nın bastırılması için en sert yöntemleri kullanmaları için İsrail ordusuna emir veren kişi Rabin'di. Hatta televizyonlarda yayınlandığında tüm dünyayı ayağa kaldıran ünlü "kol kırma" sahneleri de Rabin'in eseriydi: Savunma Bakanı, orduya "Filistinlilerin kemiklerini kırın" emri vermişti.
Rabin'in daha önceki kariyeri de son derece "şahin"di: 1967'de Genelkurmay Başkanı iken, kendisi için "Demir İrade" terimi kullanılmıştı. Daha sonra, 1975 ve 1976'daki başbakanlığı sırasında Batı Şeria'da "Hayad Barzel", yani "Demir Pençe" politikasını ilan etti. Bu politikasının sonucu, 300 bini aşkın Filistinli İsrail hapishanelerinde sistemli ve sürekli işkencelere tabi tutuldu. İzak Rabin, Şimon Peres'in "Ulusal Birlik" hükümetinde Savunma Bakanı olduğunda ise, Lübnan ve Batı Şeria'da "Egrouf Barzel", yani "Demir Yumruk" politikasını uygulamaya koydu. Bu politika Rabin'in 1987-88'de Gazze ve Batı Şeria'daki Filistinlilere karşı uyguladığı yoğun baskı ve toplu cezalandırma politikasıydı. Bu nedenle Rabin'e "Demir Yumruklu Lider" adı takıldı. İktidara geldiğinde Türkiyeli Yahudilerin yayınladığı Şalom gazetesi onu böyle tanımlamıştı. Rabin'in vahşet politikası öylesine ünlüydü ki, Savunma Bakanı olduğu dönemde Filistinliler, "Rabin, bu ay kaç Filistinli öldürdün?" yazılı pankartlarla gösteriler yapmışlardı.
Peki bu "Demir Yumruklu" Rabin'e ne oldu da birden barış öncüsü kesildi? Filistinlilerin kollarını kırdırmaktan sıkılıp, ellerini sıkmak mı istemişti?...

(2) İzak Rabin'in "Zekice İşgal" Politikası
1967'den bu yana, Arap-İsrail sorununun en önemli boyutu, İsrail'in işgal altında tuttuğu topraklardır. Yahudi Devleti, Altı Gün Savaşı'nda işgal ettiği; Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri'nden çekilmemiş, aksine bu toprakları "Yahudileştirerek" ilhak etme yoluna gitmiştir. "Yahudileştirme"nin yöntemi, işgal altındaki topraklara kurulan Yahudi yerleşim birimleridir. Buralara; bu işi bir misyon olarak gören radikal Yahudiler, yerleşim birimlerinin ekonomik imkanlarından yararlanmak isteyen İsrailliler ya da Diaspora'dan İsrail'e dönüş yapan göçmenler yerleştirilmiştir. 1967'den bu yana işgal altındaki topraklara, Doğu Kudüs'le birlikte 250 bini aşkın Yahudi konuşlandırılmıştır.
Uluslararası hukukun temel kurallarına aykırı olan ve defalarca BM tarafından protesto edilen bu uygulama, muhtemel bir Arap-İsrail barışının önündeki en büyük engeldir. Eğer İsrail gerçekten barış istiyorsa, bunun tek inandırıcı göstergesi, işgal altındaki topraklarda yerleşim birimleri inşa etmeyi durdurması ve eskilerinden de çekilmesidir. Bu yapılmadığı takdirde, İsrail'in işgal ettiği toprakları "Yahudileştirme" hedefinden caymadığı ve dolayısıyla da barış istemediği ortaya çıkmış olur..
Bu nedenle, 1992'de iktidara gelen İzak Rabin önderliğindeki İşçi Partisi hükümetinin "barış" hakkındaki gerçek niyetini öğrenmenin en iyi yolu, Yahudi yerleşim birimleri hakkındaki politikasıdır.
Yerleşim birimleri hakkında Batı medyasında sık sık öne sürülen bir telkin vardır. Buna göre, yerleşim birimleri sağcı ve dindar Likud Partisi'nin bir ürünüdür, buna karşılık, laik, solcu ve daha "ılımlı ve barış yanlısı" olan İşçi Partisi, yerleşim birimlerine taraftar değildir. Oysa bu telkin, gerçeğin köklü bir biçimde çarpıtılmasından başka bir şey değildir.
22 yıl ABD Kongresi'nde Temsilciler Meclisi ve Senato üyeliği yapmış olan Paul Findley, Washington Report on Middle East Affairs dergisinin Kasım/Aralık 1994 sayısındaki önemli yazısında, bu konuya değiniyor ve İşçi Partisi'nin yerleşim birimleri hakkındaki politikasının içerik olarak Likud politikalarından hiç bir şekilde farklı olmadığını söylüyor. Findley'e göre, iki parti arasındaki tek fark, stil ve taktik farkıdır; Likud liderleri amaçlarını dosta-düşmana duyururken, İşçi Partisi daha sessiz ve de aldatıcı bir yol izler.

İşçi Partisi'nin örtülü işgal yöntemi
Bugün İşçi Partisi'nin "barış süreci" adı altında yaptığı da yine sessiz ve aldatıcı bir yol izlemekten başka bir şey değildir. Findley'in dikkat çektiği üzere, İzak Rabin'in 1990'da yaptığı bazı açıklamalar, onu bu konuda ele vermektedir. Rabin, 1990'daki seçim kampanyası sırasında, İsrail seçmenine yaptığı bir açıklamada, Likud'un yerleşim birimlerini "göstere göstere" yaparak bu konu nedeniyle ABD'yle bile sürtüşmeye girmesini eleştirmiş ve İşçi Partisi'nin yerleşim birimleri inşa etmeye Likud'dan daha önce başladığını, ancak inşa işini son derece "zekice" yürüttüğünü ve bu sayede de Amerika ile hiç bir sorun yaşamadığını hatırlatmıştır. İşçi Partisi'nin yarı-resmi yayın organı olan Davar gazetesi de, 18 Ekim 1990 sayısında, Rabin'den şu alıntıyı yapmıştır:
İşçi Partisi, yerleşim birimlerinin büyütülmesi konusunda geçmişte Likud'a göre çok daha fazla iş yapmıştır ve gelecekte de bu konuda daha fazla iş yapabilecek kapasiteye sahiptir. Biz hiç bir zaman Kudüs hakkında konuşmadık. Yalnızca bir fait accompli yaptık, olayı fiili biçimde hallettik. Doğu Kudüs banliyölerindeki yerleşim birimlerini de biz inşa ettik. Amerikalılar tek kelime söylemediler, çünkü bunları son derece zekice inşa ettik.
Rabin'in "zekice yerleşim birimi inşa etme" ya da bir başka deyişle zekice işgal politikası, yalnızca Doğu Kudüs için geçerli değildi. Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki ilk yerleşim birimleri İşçi Partisi tarafından inşa edilmişti ve daha sonraları da yine İşçi Partisi tarafından bunlara yenileri eklenmişti.
1992'de İşçi Partisi iktidara geldiğinde ise işgal altındaki topraklardan gerçek bir vazgeçme, dolayısıyla gerçek bir barış süreci başlamadı; yalnızca Rabin'in zekice işgal politikası uygulamaya kondu... Rabin, yerleşim birimleri inşasının "dondurulduğunu" açıkladı, fakat fiili olarak inşa işlemini sürdürdü.
İşçi hükümetinin yerleşim birimleri inşa politikası, Rabin'in danışmanı Şimon Şeves tarafından hazırlanan plana göre yürülmeye başladı. Şeves'in planı, yerleşim birimi inşasını, "yerleşim birimlerinin geliştirilmesi" gibi daha muğlak bir ifade ile sürdümeyi ve bu birimleri birbirine ve Kudüs'e bağlayacak otoyollar yapılmasını öngörüyordu.

Filistin'in parçalanması
Otoyollar, Filistinlileri birbirinden ayırıp bölme işine de yarayacaktı. Paul Findley, Washington Report on Middle East Affairs'ın Ocak/Şubat 1995 sayısında "Filistin'in Parçalanması" başlıklı yazısında bu konuya değinmiş ve işgal altındaki topraklarda başlanan 600 milyon dolarlık otoyol projesinin, yerleşim birimlerini Kudüs'e ve birbirlerine bağlamanın yanında, Filistinlileri altı ayrı kantona böleceğine dikkat çekmişti. Filistinlilerin ev ve arazileri parçalanarak yapılacak olan süper-otoyollar, Filistin'i; Nablus, Jenin, Ramallah, Hebron (El-Halil), Doğu Kudüs'te birer ve Gazze Şeridi'nde iki olmak üzere altı izole parçaya bölecekti.
Kudüs'teki Filistin İnsan Hakları Enformasyon Merkezi tarafından yayınlanan "Zekice Gizleme: Rabin Hükümeti Döneminde İşgal Altındaki Topraklardaki Yerleşim Birimi, Ağustos 1992-Eylül 1993" başlıklı bir rapor da, Rabin'in gerçekten de 1990'da söylediği gibi zekice işgal yürüttüğünü gösteriyordu. Raporda bildirildiğine göre, Rabin yönetimi, Likud zamanında Ariel Şaron'un planına göre son derece "göstere göstere" yürütülen yerleşim birimi inşasına karşılık, "daha sofistike bir yöntemle seçici bir ilhak politikası, bitişik yerleşim birimleri yoluyla Filistinlileri çevreleme ve kuşatma metodu" izliyordu.
1992'de Rabin, yerleşim birimlerine yapılan tüm yardımların askıya alındığını ilan etmiş ve bu sayede de son aylarını yaşamakta olan Bush yönetiminden daha önce İzak Şamir'in alamadığı 10 milyar dolarlık yardım paketini kapmayı başarmıştı. Ama Rabin'in açıklaması bir aldatmacaydı. Rabin hükümeti, 76 ayrı yerleşim birimine, yerleşimci başına 18.000 dolarlık destek verdi. Yapılan yardımlar "dondurulmak" bir yana daha da artırıldı. Doğu Kudüs'te 145 bin dolar tutan bir ev, sübvansiyolar sonucunda yerleşim birimlerinde 60 bin dolara kadar iniyordu. Rabin, inşasına başlanmış olan 11 bin yerleşim biriminin tamamlanacağını ve "güvenlik" amaçlı yeni yerleşim birimlerinin oluşturulmasına devam edileceğini, ancak yalnızca "politik" amaçlı inşa yapılmayacağını söylemişti. Hangi yerleşim biriminin "güvenlik", hangisinin "politik" amaçlı olduğuna da kendisi karar verecekti elbette...
Paul Findley, 1992'deki seçimlerde Likud ve İşçi Partisi'nin yer değiştirmiş olmasının, İsrail'in işgal altındaki toprakları yerleşim birimleri ile kontrol etme politikasında hiç bir değişiklik meydana getirmediğini yazıyor ve Güney Afrika'daki apartheid biterken, İsrail'in yeni tür bir apartheid inşa etme çabası içinde olduğu yorumunu yapıyor.
Tüm bunlar, Rabin hükümetinin barış konusunda samimi olmadığını, işgal altındaki topraklardan, özellikle de İsraillilerin "Yahudi ve Samiriye" olarak adlandırdıkları ve kutsal saydıkları Batı Şeria'dan çekilmeyi gerçekte düşünmediğini gösterir. Rabin yönetimi boyunca dışarı sızan diğer tüm bilgiler, bunu doğrulamaktadır. İsrail İşçi Partisi'nin iktidarda bulunduğu 1993 yılında onayladığı gizli bir raporda Kudüs'ün sınırlarının Batı Şeria'daki Yahudi yerleşim bölgelerini de kapsayacak şekilde genişletilmesini öngördüğü bildirilmiştir.
Bunlar, İsrail'in 50 yıllık günahlarından vazgeçmeye niyetli olmadığını, işgal altındaki topraklardaki iddiasından ve Büyük İsrail hedefinden caymadığını ve dolayısıyla da gerçek bir barış hedeflemediğini göstermektedir.
Peki, gerçek bir barış istemediklerine göre, nedir İsraillileri FKÖ'yle anlaşmaya iten sebep? Neden Yahudi Devleti, onyıllardır çarpıştığı FKÖ ile el skışmak gereği hissetmiştir? Bu anlaşmanın "savaş için barış" mantığı içinde ne gibi bir açıklaması olabilir?...


(3) İsrail FKÖ'ye Neden Yaklaştı?
İsrail'in neden FKÖ ile anlaştığını görebilmek için, Filistin direnişinin son on yılda geçirdiği önemli değişime bir göz atmak gerekir. Filistin direnişi, asıl olarak 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda İsrail'in tüm Filistin topraklarını işgal etmesi üzerine ortaya çıkmıştı. Farklı grupları bünyesinde birleştiren FKÖ, 1970'li yıllarda dünyanın dört bir yanındaki Yahudi hedeflerine yaptığı saldırılarla adını duyurdu. 1980'li yıllara kadar da, Filistin halkının tek temsilcisi olarak kendini kabul ettirdi. Bu dönemde FKÖ, İsrail'in can düşmanıydı. Sovyetler Birliği'nden ve sosyalist Arap devletlerinden destek alan örgütün ideolojisi ise sol/sosyalist bir ideolojiydi.
Ancak 1980'li yıllarda durum değişmeye başladı. Tüm İslam coğrafyasında yükselen İslami hareket, doğal olarak en hassas bölge olan Ortadoğu'yu derinden etkiledi. Böylece bölgede "İslami direniş örgütleri" doğdu. Güney Lübnan'da kurulan Hizbullah'ı, işgal altındaki Filistin topraklarında oluşan Hamas (İslami Direniş Hareketi) ve İslami Cihad izledi. 85'ten sonra Hamas, Batı Şeria ve özellikle de Gazze'de, FKÖ'den daha büyük bir güce ulaştı. 87'de işgal altındaki topraklarda başlayan İntifada (ayaklanma) hareketi, asıl olarak Hamas'ın önderliğinde yürütüldü.
İsrailliler, ilk başta Filistin direnişi içinde bu tür bir ayrım oluşmasından hoşlanmış ve bazı yorumlara göre de bu nedenle Hamas'ın işgal altındaki topraklarda ve özellikle de Gazze'deki örgütlenmesine fazla müdahalede bulunmamıştı. Ancak bir süre sonra yaptıkları hesabın yanlış olduğunu farkettiler. Çünkü İslami direniş, Filistin direnişini bölen bir küçük fraksiyon olarak kalmamış, aksine gittikçe güçlenerek arkasındaki halk desteği açısından FKÖ'yle boy ölçüşür haline gelmişti. 1990'lı yıllara gelindiğinde İsrail farketti ki, İslami direniş, kendisi açısından "sol" direnişe göre çok daha tehlikeli, çok daha zararlıydı. FKÖ'nün temsil ettiği sol ideoloji tüm dünyada inişe geçmişken, İslami hareket tüm dünyada yükseliş halindeydi. Ayrıca İslami direniş, çok daha radikal, çok daha tavizsizdi.
Bu arada 1990'lı yılların başı, FKÖ için de zor şartlar doğurmuştu. Arafat'ın örgütü, Sovyet blokunun yıkılması ile en büyük desteklerinden birini yitirmişti. Körfez Savaşı'nda Saddam'ı desteklemesi de FKÖ'ye büyük zarar getirdi. Çünkü Saddam düşmanı tüm petrol zengini Arap ülkeleri, en başta Kuveyt ve Suudi Arabistan olmak üzere, FKÖ'ye küstüler ve desteklerini çektiler. Bu arada, işgal altındaki topraklarda, özellikle de Gazze şeridinde, FKÖ'nün ardındaki halk desteği azalırken Hamas'a verilen destek gittikçe artıyordu. Arafat'ın örgütü, yolun sonuna gelmişti. Parası bitmiş, arkasındaki halk desteği zayıflamıştı ve Filistin davasının fiili liderliğini Hamas'a kaptırmak üzereydi.
İşte tam bu anda, İsrail FKÖ'ye yaklaştı. İsrailliler, gerçek tehlikenin FKÖ'den değil, Hamas ve diğer İslami direniş örgütlerinden, daha doğrusu onların temsil etmeye çalıştıkları İslami potansiyelden geldiğinin farkındaydı. Bu durumda yapılacak en akılcı iş, FKÖ'yü Filistin davasının temsilcisi olarak tutmak ve FKÖ kozunu Hamas'a karşı kullanmaktı. FKÖ için de bu oldukça karlı bir alış-veriş olurdu. Hamas gibi güçlü bir rakibe karşı, İsrail gibi güçlü bir eski düşmanla pekala işbirliği yapabilirdi.
İşte FKÖ-İsrail gizli görüşmeleri bu ortamda başladı. Aylar süren gizli görüşmeler ardından da, Oslo'daki deklerasyon, Washington'da binbir gürültü ile imzalanan "tarihi barış" ve Gazze-Eriha anlaşması geldi. Geçen ay parafe edilen Taba anlaşması ile birlikte ise Gazze Şeridi ve Batı Şeria'daki Arap bölgelerinin yönetimi "Filistinliler"e bırakılıyor. Ancak "Filistinliler", FKÖ üyeleri ve taraftarları. Hamas ise İsrail tarafından "yasadışı bir terör örgütü" olarak tanımlanmaya ve düşman statüsünde kalmaya devam ediyor.

Filistin İç Savaşı Senaryosu
Kısacası, İsrail, FKÖ'yü Hamas ve diğer İslami direniş örgütlerine karşı kullanmayı hedefliyor. Nitekim İsrail'in, FKÖ'yle kur yaptığı dönemde, bir yandan da Hamas üyelerini sınır dışı etmesi, Güney Lübnan'daki sivil yerleşim merkezlerini bombalaması, Hamas yöneticilerini kaçırması, kısacası, Hamas ve diğer İslami direniş örgütlerine yaptığı saldırıları artırması oldukça dikkat çekicidir. Bu arada İsrail bir yandan da FKÖ'yü Hamas'a karşı kışkırtıyor, yönetimi eline aldığı Gazze-Eriha bölgelerinde Hamas'a karşı "caydırıcı" önlemler almasını önemle istiyor.
Milliyet yazarı bu konuya değinirken şöyle diyordu: "Aslında İsrail'in esas amacının 60 bin askerini yığmasına rağmen kontrol edemediği Gazze'den ve Hamas'dan kurtulmak olduğu söylenebilir. Şimdi Hamas görevi Arafat'a düşmektedir." Peki FKÖ ile Hamas arasında -İsrail provokasyonlarının da etkisiyle- bir "iç savaş" yaşanırsa ne olacaktı?... Nur Batur aynı yazısında şöyle ekliyordu: "Bir iç savaş çıkarsa İsrail ne yapacak? Peres'e bu soruyu yönelttiğimizde yanıtı, 'Arafat'ı destekleriz' olmuştur. Ama Filistinli gazetecilerin kanısı, İsrail'in sınırı kapatıp uzunca bir süre Filistinlerin birbirlerini öldürmesini bekleyeceği yönündedir." 1
Aslında İsrail, Filistinlilerin birbirlerini öldürmelerini de beklemek niyetinde değildi. İsrail gizli servisleri provokasyolar yoluyla FKÖ ile Hamas ve İslami Cihad arasında çatışmalar başlattı. 1994 Kasımında FKÖ yönetimi ile Hamas arasında yapılan anlaşmanın hemen ardından Hamas ileri gelenlerine ardarda yapılan saldırılar, bunun bir örneğiydi. Hamas, liderleri, yaptıkları açıklamalarda bu saldırıların uzlaşmadan rahatsız olan İsrail rejiminin ajanları tarafından gerçekleştirildiğini açıklamışlardı.
İsrail, FKÖ'ye İslami direnişi yok etme görevi vermişti ve bu çizgiden en ufak bir taviz verilmesini istemiyordu. Ünlü Amerikalı dilbilimci ve siyasi yorumcu Noam Chomsky de İsrail'in Arafat'a İslami direnişi yok etme görevini ihale ettiğini vurgulayarak şöyle diyordu: "... Zaten Batı Şeria'ya ve Gazze'ye yabancı olan, bölgede bir kökü olmayan FKÖ, şimdilerde İsrail gizli servisi ile birlikte İntifada'yı veya İsrail yönetimine karşı herhangi bir direnişi önlemek görevini üstlenmiştir. 2
Filistinlilerin haklarını savunmasıyla tanınan İsrailli fizik profesörü Daniel Amit de bir ropörtajında İsrail'in hedefinin İslami direnişi tasviye etmek olduğuna dikkat çekerek şöyle demişti:
ABD ve İsrail... Hamas'ın büyük tehlike olduğunun farkına vardılar. Zaten bu yüzden anlaşma yoluna gittiler. Filistin değişti diye anlaşma yapılmadı ki. Filistinliler 20 yıldır alaşma yapmaya hazırdı. İsrail ve ABD değişti, çünkü tehlikenin FKÖ gibi seküler bir organizasyondan değil, Hamas'tan, özellikle de Mısır, Cezayir ve Körfez ülkelerinden geleceğini anladılar... Şimdi Hamas'a karşı FKÖ'yü kullanmaya çalışıyorlar... İsrail ve ABD gibi güçler bence Hamas'ı kontrol etmek için güçlü bir Filistin otoritesini istiyorlar. ABD ve İsrail, olan biteni bir satranç oyunu gibi görüyor: Arafat'ı destekliyorlar, çünkü onun dinci tehlikesini ortadan kaldırmasını istiyorlar.3
Zaman geçtikçe İsrail'in amacı son derece belirgin hale gelmeye başladı. İsrailli askeri uzmanlar, 1995 Mayısı'nda, FKÖ'nün özerk yönetiminin polis gücünü eğitmeye, onlara, toplu gösterileri, halk hareketlerini bastırma ve dağıtma konusundaki deneyimlerini aktarmaya başladılar. Tüm bunlar, FKÖ barışıyla birlikte İsrail'in savaşı bitirmediğini, yalnızca Müslümanların üzerine odaklanmış olduğunu göstermektedir. Bunun için de klasik bir Muharref Tevrat yöntemi, "kardeşi kardeşe kırdırma" taktiği benimsenmiş, Filistinliler arasında bir iç savaşın fitili ateşlenmiştir.


1) Nur Batur, Milliyet, 2 Kasım 1994
2) Noam Chomsky, Milliyet, 1 Ekim 1993
3) Daniel Amit, Tempo, 28 Aralık 1994


(4) İsrail'in Yeni Gözdeleri: Ürdün ve Suriye
İsrail'in FKÖ ile anlaşmasının ardından tüm Ortadoğu'da "barış" rüzgarları esmeye başladı. Ancak bu "barış" gerçekte yeni bir savaş için cephe oluşturmak amacını gütmektedir. İsrail, İslam'a karşı vermeyi düşündüğü mücadelesinde, Ortadoğu'daki tüm İslam-dışı unsurları yanına katmaya karar vermiş ve bölgede Müslümanlara karşı bir tür "kutsal-olmayan ittifak" kurulmaya başlanmıştır.
Bunun FKÖ'den sonraki ikinci örneği Ürdün Kralı Hüseyin'le yapılan barıştı. Dünya medyalarında "yarım asırdır süren düşmanlığın bitimi" gibi dramatik sözlerle tanıtılan İsrail-Ürdün anlaşması, aslında Kral Hüseyin'in gerçek yüzünü tanıyanlar için hiç de "dramatik" değildi. Çünkü Kral Hüseyin zaten onyıllardır İsrail'in sadık bir dostuydu. Hüseyin İsrail'e çok hizmet etmişti: Defalarca İsrail aleyhtarı gelişmeleri Tel-Aviv'li dostlarına bildirmiş, hatta 1973'teki Mısır-Suriye saldırısını (Yom Kippur Savaşı) birkaç gün öncesinden İsraillilere ihbar etmişti. Buna karşılık Mossad, kralı defalarca darbe ve suikastlerden korumuştu.
Ancak Suriye'nin İsrail'le son dönemlerdeki gibi ilginç bir yakınlaşma içine girmesi, kuşkusuz daha ilginç bir durumdu. Gerçi Hafız Esad da yıllardır bazı kanalları kullanarak İsraillilerle gizli görüşmeler yapıyordu. Örneğin, Ocak 1982'de Ariel Şaron ve yardımcısı Tamir, Cenevre'de Hafız Esad'ın kardeşi Rıfat Esad ile gizlice buluşmuştu. İsrailli gazeteciler Dan Raviv ve Yossi Melman'ın Every Spy a Prince adlı kitaplarında bildirdiklerine göre, bu gizli buluşmada, Lübnan'ı parçalamak ve FKÖ'yü güçsüz kılmak için bir İsrail-Suriye ortak planı yapılmıştı.
Dolayısıyla Hafız Esad daha önceleri de İsrail'le "stratejik işbirliği"ne girebiliyordu. Ama yine de Körfez Savaşı sonrasına kadar şimdiki gibi açıktan açığa yürütülen bir "yumuşama" sözkonusu olamazdı. Ama olan oldu ve aynı anda hem ABD hem de İsrail Suriye'ye göz kırpmaya başladılar. Bill Clinton dünyanın şaşkın bakışları altında Şam'ı ziyaret etti. İsrail ve Suriye arasında bir barış anlaşması imzalanması şu anda an meselesi. Zaten bir yılı aşkın bir süredir bu konuda İsrail ve Suriye arasında gizil görüşmeler sürüyor.
Peki bu İsrail-Suriye yakınlaşmasının altında ne yatıyordu?.. Serdar Turgut, Hürriyet'in Washington muhabiri olduğu sıralarda yazdığı 28 Ekim 1994 tarihli "ABD ve Suriye" başlıklı bir yazısında bu konuyu gayet iyi açıklıyordu. Yazıda geçen "ABD" kelimelerinin yerine "İsrail" kelimeleri koyarak da okuyabilirsiniz:
ABD'nin Suriye'ye neden özel ilgi göstermeye başladığı sorusuna cevap bulabilmek için ilk önce Amerikan yönetiminin ikibinli yıllarda dünya düzeni üzerinde yaptığı hesaplar düşünülmelidir. Amerikan yönetimi, çok da uzakta olmayan bir gelecekte radikal İslami hareketin dünya ölçeğinde Batı ile çatışmasını tırmandıracağını tahmin ediyor. Amerika'da uzmanlar Marksizm'in çökmesinden sonra ezilmiş insanların hızla dini politikaya sarılmaya başlayacağını, bu aşamada da radikal İslamın kitlesel taleplere en rahat cevap verebilecek, en kapsamlı "alternatif"leri sunacak yapıda olduğunu düşünüyor. Yani bir anlamda geçmişteki sınıf çatışmasına dayalı 'kurtuluş' ideolojisinin yerini şimdi tanımı gereği çok daha kitlesel ve hissi olabilen dine dayalı radikal politikanın almaya başladığı tespiti yapılıyor. Bu nedenle özellikle Mısır, Türkiye, Cezayir gibi ülkelerde olanlar ve olacaklar Amerika tarafından yakın takibe alınmış durumda.
... İşte bu aşamada Suriye bir başka boyutuyla ABD'nin önüne çıkıyor. Arap dünyasına bir bakıldığında Suriye radikal İslami hareket tarafından sisteme karşı yöneltilen tehditi en az hisseden ülke durumunda.... Mısır'da büyük bir sistem krizi yaşanmaya başlamışken Suriye seküler düzen konusunda büyük bir istikrar gösteriyor. Tabii ki bu istikrar hiç bir demokrat düşünceli insanın destek veremeyeceği bir dizi uygulama sonucunda elde edildi. Tabii ki binlerce insan hapse atıldı. 1982 yılında Müslüman radikallerin ayaklanması, sistemli bir katliamla engellendi. Evet bunlar oldu. Ama şimdi ABD her zaman çok önem verdiği insan hakları, demokrasi gibi kavramları bir yana iterek terörist devlet Suriye ile resmi ilişkilerini düzenli hale getiriyor... ABD radikal İslami hareketin yükselmesinden ve özellikle bizim bölgemizde düzeni baştan aşağıya değiştirmeye başlaması olasılığından çok korkuyor. İşte bu nedenle de radikal İslama karşı durabildiği için Hafız Esad'ın suç dosyaları böylesine hızla rafa kaldırılmaya başlandı.
Evet, Hama ve Humus kentlerindeki onbinlerce Müslümanı 1982 yılında katleden Hafız Esad, bu icraatı ve onu izleyen baskı politikaları ile kendini Kudüs ve Washington'lı dostlarına ispatlamış bulunmaktadır. O da kısa sürede İslam'a karşı oluşturulan "kutsal-olmayan ittifak" içinde açıkça yerini alacaktır.

MAKALELER - 1

HARUN YAHYA
aSLı isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
madalyonun, yüzü, öteki


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


gizli ilimler gizli ilim
Tüm Zamanlar GMT +4.5 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 21:00.


Powered by vBulletin® Version kapalı
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.6.0
YASAL UYARI : İçerik sağlayacı paylaşım sitelerinden biri olan Ruhani.Net Adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K'nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan sorumludur. Ruhani.Net hakkında yapılacak tüm Hukuksal Şikayetler, Yöneticilerimiz ile iletişime geçilmesi yada iletişim formunu doldurulması halinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde Ruhani.Net yönetimi olarak tarafımızdan gereken işlemler yapılacak ve size dönüş sağlanacaktır. her yürlü sorunlar için email ; ruhaninet@gmail.com
sakarya escort sakarya escort sakarya escort sakarya escort serdivan escort izmir escort eporner