Ruhani  

Go Back   Ruhani > İslamiyet ve İslami İlimler > Kur'an-ı Kerim Ve Hadisler
Kayıt ol Yardım Topluluk Ajanda Bugünki Mesajlar Arama

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Arama Stil
Alt 01-01-2012, 17:04   #1 (permalink)

Avatar Yok
 

Üyelik tarihi: Dec 2011


Mesajlar: 536
Konular: 144

Karma Puanı: 22

Standart Güneşe Yıldızlara Secde ve Dua Edenler

Mesela yeryüzünün çeşitli yerlerinde güneşe ve diğer yıldızlara secde eden, onlara çeşitli dua ve saygı ifadeleri ile yalvaran, onlara akıllarısıra yakışır sandıkları türlü kılıklar giydirip çeşitli yüzükler takan(!) yine akılları sıra onlara çeşitli tapınma yer ve zamanları ayırıp bu tapınma törenleri sırasında ateşler, tütsüler yakan bir çok insanlara rastlıyoruz. Bu gerek eski dönemlerin ve gerekse günümüzün bir çok insanını saptırmış en önemli müşriklik biçimlerinden biridir. Hatta bu şirk biçimi İslam’a bağlı bazı kimseler arasında bile yayılmıştır.
Nitekim ünlü bir yazar (Fahri Razi) bu alanda “Essirrul Mektüm Fissihri vemahatabatinnücum” adı altında bir kitap yazmıştır. Bu kitabda Hind, Sabii (yıldızatapan) ve eski arap kaynaklı müşriklerin görüşleri doğrultusunda açıklamalar yapılmış bu arada Hindli Tamtam, Babil’li Melkuşa, İbn-i Vahşiyye245, Ebu Maşer, Belhi246 ve Sabit b. Kara247gibi Kur’an’ın deyimi ile “Cibt” ve “Tağut”a inanarak müşrikliğe kapılmış, aynı zamanda sözde müslüman olduğu ileri süren sapıkların nazariyelerine yer verilmiştir. Cenab-ı Allah (c.c.) böyleleri ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:
“Kendilerine Kitab’dan belirli bir pay verilmekle birlikte Cibt’e ve Tağut’a inanan ve kafirler için “Bunlar mü’minlerden daha doğru bir yoldadır” diyenleri görmüyor musun? İşte onlar Allah’ın lanetine uğrayan kimselerdir. Allah kime lanet ederse artık onun için hiçbir yardımcı bulamazsın” (Nisa: 4/51-52)
(245) Asıl adı Ahmed b. Ali b. El-Muhtar b. Abdülkerim b. Cersiya El-Keldani, Sufi büyü ve tılsımcılık iddiasında bulunan deccalin birisiydi. İbn Nedim El-Fihrist: 1433; Zirikli El-Alam: 1/170-171.
(246) Cafer b. Muhammed El-Belhi ünlü gök bilimcilerindendir. Bu konuda bir hayli eserleri mevcuttur. Hic. 206 yılında doğan bu ünlü bilgin 247 yılında öldü. İbn Nedim, a.g.e: 286; Zirikli, a.g.e: 2/127.
(247) Sabit b. Kurre b. Mervan Sabit b. Kiraya Hic. 221 yılında doğdu. Hendese, tıb, gök bilimleri, yıldız ve felsefeyle ilgilendi. Kendisi “Sabii (yıdızlara tapan) müşriklerdendi. 288 yılında öldü. İbn Nedim a.g.e: 2/98.
Bazı ilk nesil (selefi, klasik) tefsircilerin yorumuna göre buradaki “Cibt” büyü ve “Tağut” da çeşitli putlar anlamındadır. “Tağut”un şeytan demek olduğunu söyleyenler de vardır ki, her iki yorum da doğrudur.
Söz konusu kimseler büyücülük anlamına gelen “Cibt” ile “Tağut”a tapmak anlamındaki müşrikliği biraraya getiriyorlar. Tıpkı büyücülükle yıldızlara tapmayı birleştirdikleri gibi. Oysa bu tutum, İslam dininin, hatta diğer peygamberlerin öğretmiş oldukları dinlerin açık ilkelerine göre kesinlikle müşrikliktir ve yasaktır. Hatta hatta bu tutum peygamberlerin yasaklayıp önlemek görevi ile gönderildikleri en büyük şirk biçimlerinden biridir. Mesela İbrahim (a.s.) ile kavmi arasında çatışma konusu olan şirk, bu tür bir şirktir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin muhteşem varlıklarını gösterdik ki, kesinlikle inananlardan olsun. Üzerine gece basınca İbrahim bir yıldız gördü; “Benim Rabb’im budur- dedi. Fakat yıldız batınca-Batanları sevmem-dedi. Ayı doğarken görünce “Rabbim budur” dedi. O da batınca “Eğer Rabb’im bana doğru yolu göstermeseydi, mutlaka sapıklardan olurdum” dedi. Güneşi doğarken görünce “İşte Rabbim bu, bu hepsinden büyük”dedi. Fakat o da batınca “Ey kavmim, ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerin tümünden uzağım. Ben yüzümü kesinlikle gökleri ve yeri yoktan varedene çevirdim, artık ben O’na ortak koşanlardan değilim” dedi. Bunun üzerine kavmi onunla tartışmaya girişti. O onlara dedi ki; “Allah beni gerçeğe iletmişken O’nun hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan korkmam. Rabb’im ne dilerse o olur. Rabbim’in bilgisi her şeyi kapsar. Hala kendinize gelip öğüt almaz mısınız? Hem siz Allah’ın, ilah oldukları hakkında hiç bir delil indirmemiş olduğu şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin O’na ortak koştuğunuz şeylerden nasıl olur da korkarım? Şimdi biliyorsanız söyleyin bakalım, Allah’a inananlar mı, yoksa O’na ortak koşanlar mı, güven içinde olmaya daha layıktırlar? Hiç şüphesiz inananlar ve imanlarını her hangi bir zulümle gölgelememiş olanlar yok mu? İşte asıl güven içinde olanlar onlardır ve hidayete ermişler de onlardır. İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim’e vermiş olduğumuz hüccetlerimizdir. Biz dilediğimizi derecelerce yükseltiriz. Hiç şüphesiz Rabbin hikmet sahibi ve her şeyi bilendir” (En’am: 6/75-83)
İbrahim (a.s.) böyle bir yol izlemesinin sebebi onun kavminin yıldızları ilah edinmiş olması, yani dua ve dileklerini bu yıdızlara yöneltmeleri idi. Fakat ne onlar ve nede başka her hangi bir aklı başında kimse bu yıldızlardan birinin gökleri ve yeri yarattığına inanmıyordu. Onlar sadece tıpkı bu sözünü ettiğimiz müşrikler gibi, Allah’ı bir yana bırakıp bu yıldızlara dua ediyorlardı. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim, Halil İbrahim’in dili ile şöyle buyuruyor:
“Siz ve eski atalarınız yok mu? Hep benim düşmanlarımsınız. Yalnız alemlerin Rabb’i benim dostumdur”
(Şuara: 26/76-77)
Yine Kur’an’da okduğumuza göre Halil İbrahim şöyle diyor:
“Hani İbrahim babasına ve kavmine “Ben sizin taptıklarınızdan uzağım, onlarla hiç bir ilgim yok” demişti. “Ben sadece beni yaratan Allah’a kulluk ederim. Beni doğru yola iletecek olan O’dur” (Zuhruf: 43/26-27)
Görüldüğü gibi, İbrahim peygamber zamanında yaşayan insaların gerek yükseklerdeki yıldızlara taparak içine düştükleri şirki ve gerekse bu yıldızları sembolize eden anıtlar ile tılsımlara veya ölmüş peygamberler ile salih amelli şahsiyetler temsil eden anıtlara taparak saplandıkları müşrikliklere kesinlikle karşı çıkmakta, hatta aşağıdaki ayet’ten öğrendiğimize göre bu saplantının maddi görüntüsü olarak ortaya çıkan putları ve heykelleri kırıp devirmektedir.
“Sonunda İbrahim o putları parça parça etti, yalnız en büyüklerini bıraktı, belki ona baş vururlar diye”
(Enbiya: 6/85)
Söylemek istediğimiz şu ki, yıldızlara taparak şirke saplanmak nasıl ki çok görülmüş bir sapıklık şekli ise ölülerden medet umarak; yani onlara dua ederek, onlara yalvararak veya onlardan himmet bekleyerek şirke düşmek de sık sık görülen bir müşriklik biçimidir.
Rasulullah (s.a.v.) belirli oranda şirke yolaçabilir endişesi ile sırf Allah’a yöneltilmiş duaları da içeren namaz ibadetinin mezar başlarında kılınmasını yasakladığına göre ölülerden medet beklemek gibi şirkin ta kendisi olan bir tutuma nasıl göz yumulabilir? İster ölüden doğrudan doğruya bir dileği gerçekleştirmesi veya başa gelen bir belayı savması istenmiş olsun veya isterse ölülerden bu dilekleri Allah’dan istemeleri istenmiş olsun, farketmez.
Hatta peygamberler ve melekler gibi bazı yaratılmışları araya koyarak Allah’a yemin edilmiş olsa bile bu davranış yasaktır. Bu iş araya konmuş yaratılmışların mezarları başında yapılmamış olsa bile. Aslında her hangi bir yaratılmış üzerine yemin edilemez. Böyle bir yemin hem yasak ve hem de bütün mezheb imamlarının görüş birliği ile geçersizdir. Yalnız acaba bu yasak harama yakın bir yasak mı, yoksa kaçınmayı özendirici (tenzihi) bir yasak mıdır, meselesi tartışmalıdır ve daha doğru olan görüşe göre harama yakın (Tahrimi) bir yasaktır.248

Peygamberler Üzerine Yemin Etmek

Bu meselede alimler arasında sadece Rasulullah (s.a.v.) üzerine yapılacak yeminler tartışma konusu olmuştur. Bu meselede İmam-ı Ahmed ile arkadaşlarına mal edilen (ve hem “olur” ve hem de “olmaz” diyen) iki zıt görüş vardır. Bu arada İbn-i Ukeyl, diğer peygamberler üzerine yapılabilecek olan yeminleri de bu tartışmanın kapsamına almıştır. Fakat Şafii, Ebu Hanife ve Maliki gibi imamlar çoğunluğunun ortak görüşüne göre her hangi bir yaratılmış üzerine yapılacak yemin kesinlikle geçersiz olduğu gibi böyle bir yemini yapmak yine kesin olarak yasaktır. Doğru olan görüş de budur.249
(248) El-Muğni ve El-Şerh ve El-Kebir: 11/162-164-209;
Müellif, Mecmu El-Fetava: 33/62-68-125; 35/243; 1/204;
Bidayet El-Müctehid: 2/499-500.
(249) El-Muğni ve El-Şerh ve El-Kebir: 11/209;
Müellif, Mecmu El-Fetava: 35/243.
Rasulullah’ı (s.a.v.) araya koyarak Allah (c.c.) üzerine yemin etmek de aynı temel ilkeye dayanır ve aynı tartışma o konuda da geçerlidir. Mervezi Hanbeli’nin Rasulullah’ı (s.a.v.) araya koyarak Allah’a “Tevessül” edilebilir dediğini belirtiyor ki, bu rivayet Rasulullah’ı (s.a.v.) araya koyarak yapılacak yeminlerin geçerli olduğu şeklindeki ona maledilen görüşe uygundur. Fakat doğrusu, böyle bir yeminin geçerli olmadığı gibi bu “Tevessül”ün de yerinde olmadığıdır. Rasulullah (s.a.v.) dışında kalan her hangi bir kimseyi araya koyarak yemin ve “Tevessül” edilemeyeceği hususunda alimler arasında görüş birliği vardır. Başka bir deyimle dilekler sadece Allah’dan istenir ve O’nun isim ve sıfatları anılarak yine O’nun üzerine yemin edilebilir. Rasulullah’tan (s.a.v.) bize ulaşan aşağıdaki örnek dualar gibi:
“Allahumme inni eselüke biennelekelhamdü Eentellahulhannanül mennanü Bediussemavatı velardı. Yazelcelali velikram: Ya Rabbi, sana hamdederek dilediğimi senden istiyorum. Sen bağışlayıcı ve bol ihsan sahibisin. Gökleri ve yeri yoktan varedensin. Ey celal ve ikram sahibi”250
Hadis niteliğindeki bir diğer dua da şöyledir:
“Allahümme inni eselüke bienneke entellahulehid essamed ellezilemyelid ve lemyuled velamyekünlehu küfüven ehed: Ya Rabbi, dileğimi senden istiyorum. Sen ki, tek, başka hiç bir şeye muhtaç olmayan, doğurmamış, doğurulmamış ve hiç bir dengi, benzeri olmayan Allah’sın”251
Bu tür duaların bir diğeri de şudur:
“Eselüke bikülli ismin huveleke semmeyte bihi nefseke ev enzeltehu fikitabike ev allemtehu eheden minhalkıke evisteserte bihi fiilmilgaybi indeke: Ya Rabbi, dileğimi senden diliyorum. Kendine taktığın, Kitab’ında indirdiğin, her hangi bir yaratığına öğrettiğin veya hiç kimseye bildirmeyerek yanında saklı tuttuğun bütün isimlerin hürmetine”252
(250) İbn Mace Dua: 2858; Hakim El-Müstedrek: 1/504;
(251) İbn Mace Dua: 3857.
(252) Ahmed El-Müsned: 1/391-452;
Hakim El-Müstedrek: 1/509-510.
Gerek bunlar ve gerekse bunlara benzer nitelikteki dualar, alimlerin söz birliği ile, meşru (şeriata uygun) dualardır.
Bu arada Allah’dan “Eselüke bimeakıdil izzi minarşike: Ya Rabbi, senin Arş’ının yüce katından dilerim ki”, diyerek bir şey istenip istenmeyeceği tartışmalıdır. Bazı alimler hakkında belge bulunduğu gerekçesi ile bu ifadenin kullanılabileceğini söylerken Ebu Hanife’nin böyle söylemeyi mekruh gördüğü nakledilmiştir. Nitekim Ebulhasan Kuduri’nin253 Şerhi Kerhi adlı eserde bildirdiğine göre Bişr b. Velid254 şöyle diyor:
“Ebu Yusuf’un şöyle dediğini duydum: Ebu Hanife dedi ki: Allah’a dua eden herkes yalnız O’na sığınarak dua etmelidir. Dua ederken “Bimekıdıl izzı minarşike: Arş’ının yüce katına” veya “Bihakkı halkıke: yaratıklarının hakkı için” gibi ifadeler kullanmak bana göre mekruhtur” Ebu Yusuf diyor ki:
“Bana kalırsa “Bimaekıdıl izzi minarşike” ifadesi aslında Allah’ın kendisini ifade ettiği için dualarda kullanılması mekruh değildir. Fakat “Falancanın hakkı için”, “Peygamberlerinin hakkı için”, “Kabe ve Beytullah hakkı için” gibi ifadeler kullanarak dua etmek mekruhtur”.
(253) Asıl adı Ahmed b. Muhammed b. Ahmed El-Kuduri olan bu zat Hanefi mezhebinin büyük fıkıhçılarındandır. 362 yılında doğdu. Güvenilir ve doğru kişilik sahibiydi. Yaşadığı çağda Hanefi mezhebinin başkanıydı ve bir riyaset meselesi onunla son buldu. 428 yılında öldü; El-Fevaid El-Behiye: 30-31; El-Lübab: 3/19-20.
(254) Beşr b. Halid El-Kindi Ebu Yusuf’un dostlarından ve Hanefi mezhebinin kadılarındandı. Salih, ibadete düşkün, fıkhi bilgisi geniş ve güvenilir bir bilgindi. 238 yılında öldü. El-Fevaid El-Behiye: 54-55; Lisan ElMizan: 35.


Sapık Sözlü Dualar

Kısacası alimlerin ortak görüşüne göre Allah’ın herhangi bir yaratığı adına ondan bir şey dilemek caiz değildir. Çünkü yaratılanın yaratan üzerinde hiç bir hakkı olmadığı için hak sahibi olmayan birini araya koyarak O’ndan birşey dilemek yerinde değildir. Fakat eğer dua ederken “Bimeakıddizzi minarşike” ifadesi kullanılacak olursa bu acaba bu ifade yaratılmıştan birşey istemek midir, yoksa Allah’dan dilekte bulunmak anlamına mı gelir, meselesi tartışmalıdır. Nitekim Ebu Yusuf, bu ifadenin kaynaklarımızda bulunan bir duada yer aldığını ileri sürerek kullanılabileceğini söylemiştir. Yine kaynaklarda yer alan ve bu konuda mutlaka hatırlatılması gereken şöyle bir olay vardır: Gözleri görmeyen bir sahabi Rasulullah’a (s.a.v.) baş vurarak ondan gözlerinin açılması için Allah’a dua etmesini rica etti. Rasulullah (s.a.v.) da ona abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra şöyle dua etmesini emretti:
“Allahümme inni eselüke ve eteveccehü ileyke binebiyyıke Muhammed’in Nebiyyirrahmeti. Ya Muhammed, ya Nebiyyellah, inni eteveccehu bike ila Rabbi fihaceti litakdıha Allahumme feşeffihu fiyye: Ya Rabbi, dileğimi senden diliyor ve rahmet peygamberi olan peygamberin Muhammed’i araya koyarak sana yöneliyorum. Ey Muhammed, ey Allah’ın peygamberi, seni araya koyarak Rabbime yöneliyor ve ondan bu isteğimi yerine getirmesini diliyorum. Bana O’nun katında şefaatçı ol”255
(255) Tirmizi Dua: 579; İbn Mace İkame: 1385;
Ahmed Müsned: 4/138.
Gözleri görmeyen adamın bu duasının arkasından Rasulullah (s.a.v.) onun için dua etti ve bir süre sonra Allah’ın bu sahabiye gözlerini geri verdiği görüldü.
Bu meseleye birkaç yönden cevap verilebilir:
1- Birincisi, hiç şüphe yok ki Cenab-ı Allah (c.c.) mü’min kullarına kendi üzerinde hak belirlemiştir. Nitekim o bir ayet’te
“Mü’minlere yardım etmek üzerimize borçtur”
(En’am: 6/54)
ve başka bir ayet’te de
“Rabbiniz rahmeti kendi zimmetine yazdı”
(Rum: 30/47)
Buyuruyor.
Öteyandan Buhari ile Müslim’de bellirtildiğine göre sahabilerden Muaz b. Cebel bir yolculukta Rasulullah (s.a.v.) ile ortaklaşa bindikleri bir hayvanın arka kısmında yolalırken Rasulullah (s.a.v.) kendisine:
“Ya Muaz, Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir biliyor musun?”
diye sordu. Muaz’ın “Allah ve Rasulü bilir” diye karşılık vermesi üzerine
“Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, O’na hiç bir şeyi ortak koşmaksızın kulluk etmektir”
buyurdu. Arkasından
“Peki, ya Muaz, kuların Allah üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?”
diye sordu. Muaz’dan yine “Allah ve Rasulü bilir” cevabını alınca da
“Kulların Allah üzerindeki hakkı (kendi görevlerini yaptıkları takdirde) Allah’ın kendilerine azab çektirmemesidir”
diye buyurdu.256
Bu husus Allah’ın açık sözü ve sadık vaadi gereğince kesinlik kazanmış bir haktır. İslam alimleri Allah’ın sadık vaadi gereğince belirlenen hakların kesin olduğu hususunda söz birliğine varmış, fakat “Allah, kendi kendine bir sorumluluk yükler mi, buna bağlı olarak kendi kendine bir yasak koyar mı?” meselesinde tartışmaya düşmüşlerdir. “Böyle bir şey olabilir” diyen de “olamaz” diyen de vardır.
Böyle bir şeyin olabileceğini savunanlar
“Rabbiniz rahmeti kendi zimmetine yazdı”
ayet-i ile
“Ben zulmü kendime yasak kıldım”257
diye başlayan sahih kudsi Hadis-i delil olarak göstermişlerdir. Bu konuda başka bir yazımızda geniş açıklamalar yaptık.
(256) Buhari: 5967; Müslim İman: 30.
(257) Müslim Birr: 2577.
Fakat kullar için geçerli olan “gereklik” ve “yasaklar” gibi gereklilik ve yasakların Allah için söz konusu edilmesi, Kaderiye akımı tarafından savunulan bir görüştür.258 Bu görüş hem sahih delillere ve hem de aklın ilkelerine ters bid’at nitelikli bir görüştür. Buna karşılık Ehl-i Sünnet akımına bağlı alimler, Allah’ın her şeyin yaratıcısı, Rabbi ve meliki olduğu, dilediklerinin olduğu ve dilemediklerinin olmadığı ve kulların O’na hiç zorunluk yüklemeyecekleri ilkeleriyle görüş birliği halindedirler. Bundan dolayı Ehl-i Sünnet akımına bağlı olanlar arasında Allah için “gereklilik” ilkesinin geçerli olduğunu ileri sürenler görüşlerini şöyle savunmuşlardır; “Allah rahmeti kendi zimmetine yazdı ve zülmü de kendine yasak kıldı. Fakat bu ilke kulların kendi aralarındaki ilişkilerde olduğu gibi kulun Allah üzerinde hak sahibi olduğu anlamına gelmez. Bu ilke Allah’ın kullara bütün iyi şeyleri bağışladığı, onların yaratıcısı olduğu kendilerine peygamberler gönderdiği, onlara imanı ve salih ameli nasib ettiği anlamındadır. Kim kaderiye ve Mutezile akımlarının bağlıları gibi düşünerek tıpkı bir işçinin işveren üzerinde hak iddia ettiği gibi kulların da aynı anlamda Allah üzerinde hak sahibi olabileceklerini ileri sürerse cahilce bir söz söylemiş olur”.
(258) Kadı Abdulcebbar Şerh Usul El-Hamse:
123-314-317-345-645-647; El-Fark Beynel-Firak: 116.
Böyle olunca her hangi bir vasıta ile Allah’a yaklaşmak O’nun bağış ve kereminden başka bir şey değildir. Kullarının O’nun üzerindeki hakkı O’nun bağış ve ihsanı sonucudur, yoksa ne karşılıklılık ve nede her hangi bir kimsenin O’na yüklediği bir zorunluluk anlamında değildir. Bu kavramlar O’nunla bağdaşamaz. O böyle şeylerden uzak ve münezzehtir.

Duada Tevessül

Eğer kullar takva gibi, salih amel gibi Allah’ın sonuç alıcı sebep olarak belirlediği faktörlere dayanarak Allah’tan birşey dileyecek olurlarsa Allah dualarını kabul eder. Çünkü bilindiği gibi Allah bu sebeplerin sahiplerine çeşitli bağışlarda bulunacağını, onlara tüm sıkıntılar karşısında bir çıkar yol göstereceğini ve kendilerine hiç ummadıkları yerlerden rızık sağlayacağını vaadetmiştir. Salih kullarının başkaları için yapacakları dualarla O’nun katında itibarlı kullarının şefaatleri bu kategoriye girer. Bu yol, Allah’ın sebep olarak belirlediği faktörlere dayanarak O’ndan dilekte bulunma yoludur.
Buna karşılık, Allah’ın sebep olarak belirlememiş olduğu bir yolla O’ndan dilekte bulunmalarına gelince, bu ya bir yaratılmışı oraya koyarak O’nun üzerine yemin etmekle olur ki, her hangi bir yaratılmışı araya koyarak Allah üzerine yemin yapılmaz. Veya sonucu gerektirmeyecek biçimde dilekte bulunmak suretiyle olur ki, bu da anlamsız ve yararsız bir girişim olur...
Kısacası, Peygamberler ile mü’minlerin Allah’ın sadık vaadi, açık sözü ve rahmetinin sonucu olarak Allah üzerinde bazı hakları vardır. Bu haklar, onlara yardım edip kendilerini yüzüstü bırakmaması, onları mutlu edip azaba çarptırmaması olduğu gibi bunlar Allah katında itibarlı oldukları için Allah onların şefaatlerini ve başkaları tarafından gelse geri çevirebileceği dualarını kabul etmektedir.
Buna göre eğer bir kimse “senden falanca veya filanca hakkı için şunu şunu istiyorum” diye dua ederse Rabbine dua etmemiş, dileğini O’na yöneltmemiş olur. Bunun yerine Allah’ın zatına ve kendisine vaadettiği bağışa dayanacağı yerde söz konusu şahsa dayanmış, sevgi ve saygısını ona yöneltmiş olur.
Bu durum karşısında şunları söyleyebiliriz: Gerek doğrudan doğruya Allah’a sığınarak emretmiş olduğu salih amelleri işlemek suretiyle Allah’dan bir şey dilemek ve gerekse peygamberlerin ve salih kişilerin dua ve şefaatleri aracılığı ile dilekte bulunmak tartışmasız biçimde şeriata uygun olan yoldur. Hatta bu yol aşağıdaki ayet’lerde baş vurulmasını emrettiği “vesile”lerin en önemlisidir:
“Ey mü’minler, Allah’dan korkunuz. O’na yaklaştıracak yollar arayınız ve O’nun yolunda cihad ediniz ki, kurtuluşa erebilesiniz” (Maide: 5/35)
“O yalvardıkları da, onların Allah’a en yakın olanları da Rabblerine yaklaşmak için vesile ararlar, O’nun rahmetini dilerler ve azabından korkarlar” (İsra: 17/57)
Allah’a “vesile” aramak, O’na ulaştıracak uygun yol aramak, O’na yaklaşabilmek demektir. Bu yaklaştırıcı yol, Allah’a ibadet etmek, O’nun emirlerine uymak şeklinde olabileceği gibi çeşitli yararlar elde etmek veya çeşitli zararları baştan savmak amacı ile O’na dilek sunmak ve sığınmak biçiminde de olabilir. Kur’an’daki “dua” sözcüğü bu anlamı kapsamına alır. Yani hem “ibadet” ve hem de “istek sunma” anlamını birarada ifade eder. Bu iki anlamdan her biri diğerini de gerektirir.
Fakat gündelik hayatın akışı sırasında her hangi bir sıkıntı ile karşılaşan kulun amacı bu durumda isteğinin karşılanması ve başına gelen belanın savılması olur. Bu yüzden dilekte bulunarak ve yalvararak bu ilk amacına ulaşmaya çalışır. Oysa yaptığı şey aynı zamanda ve özü bakımından bir ibadettir. Böyle bir kul başındaki beladan kurtulunca yine dua aracılığı ile bol rızka, başarıya ve genel anlamı ile mutluluğa ulaşmak ister. Fakat bu arada yapmış olduğu dualar ve seslendirmiş olduğu yalvarmalar kendisine bu yakın amaçlarından daha önemli ve daha değerli kazançlar sağlar. Bu kazançlar Allah’a karşı beslediği imanın pekişmesi, Allah desteği, Allah sevgisi, Allah’ın adını anmanın ve O’na dua etmenin hazzı gibi nimetlerdir. Demek oluyor ki dua, Allah’ın kullarını dünyalık dilekleri aracılığı ile yüce dini amaçlara yönettiği bir ilahı rahmet sebebidir. Dua etmeye hazırlanan kul öncelikle Allah’a karşı olan görevlerini yerine getirmeye yönelir; içinde canlanan Allah sevgisini, Allah bağlılığını ve Allah korkusunu O’nun emirlerini uygulayarak ifade etmeye çalışır. Gerçi bu tutum rızk bolluğu, başarı ve mutluluk gibi dünyalık amaçları da içerir.
Bu konuda Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Bana dua ediniz ki, ben de duanızı kabul edeyim”
(Mü’min: 40/60)
Nitekim Ebu Davud’un bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.)
“Dua, ibadet demektir”259
buyurduktan sonra söylediklerini desteklemek için bu ayet-i okumuştur. Bu ayet, Rasulullah’ın (s.a.v.) bu sözünün ışığında şu iki şekilde açıklanmıştır. Açıklamalardan birine göre “Bana dua ediniz” demek, yani “Bana ibadet ediniz, emirlerimi yerine getiriniz ki, duanızı kabul edeyim”. Başka bir açıklamaya göre “Bana dua ediniz” demek, doğrudan doğruya “Benden isteyiniz, size istediklerinizi vereyim” demektir.260 Bu arada Buhari ile Müslim’in bildirdiklerine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Rabbimiz her gecenin son üçte birlik diliminde gökyüzü semasına inerek şöyle buyurur: Bana dua eden var mı ki, duasını kabul edeyim, “Benden bir şey isteyen var mi ki, dileğini yerine getireyim? Benden günahlarının affedilmesini isteyen var mı ki, günahlarını af edeyim?” Bu sesleniş tanyeri ağarıncaya kadar devam e-der”261
(259) Ebu Davud Dua: 1479; Tirmizi Dua: 3372; İbn Mace Dua: 3828.
(260) Şevkani Feth El-Kadir: 4/498; İbn Cerir Tefsir: 2/93-94;
24/51-52.
(261) Buhari Teheccüd: 1145; Müslim Namaz: 758.
Görüldüğü gibi Rasulullah (s.a.v.) önce duanını kabul edilmesinden ve arkasından günahlarının affedilmesini dileyenlerin af edileceklerinden bahsediyor. Biri yarar sağlamak ve öbürü de zararı savmaktır ki, ikisi duası kabul edilecek duacının amaçlarıdır. Dua konusuna açıklık getiren önemli ayet’lerden biri de şudur:
“Kullarım eğer sana benden sorarlarsa de ki; ben onlara yakınım bana dua eden duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim çağrılarıma uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yola ulaşabilsinler”
(Bakara: 2/186)
Bir rivayete göre bu ayet, bazı sahabilerin Rasulullah’a (s.a.v.) baş vurarak “Ya Rasulallah! Acaba Rabbimiz bize yakın mı ki, O’na alçak sesle yalvaralım; yoksa uzak mı ki, O’na seslenelim” diye sormaları üzerine inmiştir. Görülüyor ki, Cenab-ı Allah (c.c.) bu ayet’te kullarına yakın, olup kendisine yapılacak duaları kabul edeceğini belirttikten sonra kullarını O’nun çağrılarına uymaya ve kendisine inanmaya davet etmektedir. Alimlerin açıklamalarına göre duanın kabul edilebilmesi bu iki faktöre, yani Allah’ın ilahlığını eksiksiz şekilde benimsemeye ve O’nun Rabbimiz olduğuna kesin bir biçimde inanmaya bağlıdır. Buna göre kim Rabbinin emir ve yasaklarına uyarak O’nun çağrısına uyarlık gösterirse dua etmekle ulaşmak istediği amaca ulaşarak duasının kabul edildiğini görür. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Allah iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder, hatta kendi kereminden onlara istediklerinden fazlasını verir” (Şura: 42/26)
Dahası, Allah, kendisine yapılacak duaların kabul edicisi olduğuna kesinlikle inanılarak yapılan duaları, dua edenler müşrik ve fasık bile olsalar, kabul etmektedir. Nitekim aşağıdaki ayet’ler bize bu gerçeği haber vermektedir:
“İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve ayaktayken bize dua eder. Ama biz onun sıkıntısını kaldırınca sanki yakalandığı sıkıntıdan dolayı bize hiç dua etmemiş gibi olur” (Yunus: 10/12)
“Denizde size bir sıkıntı (tehlike) gelince Allah dışındaki bütün yalvardıklarınız kayboluverir. Fakat o sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine kendisini tek bilmekten vazgeçerseniz. İnsan gerçekten nankördür!” (İsra: 17/67)
“De ki; acaba Allah’ın her hangi bir azabına uğrasanız veya size Kıyamet günü gelse, doğru sözlü iseniz söyleyin bakalım, Allah’dan başkasına mı dua edersiniz? Hayır, sadece O’na yalvarırsınız. O da dilerse giderilmesini istediğiniz belayı kaldırır ve o zaman O’na ortak koştuklarını (putlarınızı) unutuverirsiniz”
(En’am: 6/40-41)
Fakat Allah’ın ilahlığını kabul ettikleri için istekleri kabul edilen söz konusu kimseler yaptıkları ibadetleri sırf Allah için yapmadıkları veya Allah’a ve Rasulullah’a (s.a.v.) itaatkar olmadıkları takdirde dileklerinin karşılanması sayesinde sağladıkları kazanç kendileri için sadece bir dünya metaı olur, buna karşılık ahirette hiç bir nasipleri olmaz. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Kim bu geçici dünyayı tercih ederse orada istediklerimize hemen, çabucak dilediğimiz kadar veririz, ama sonra ona cehennemi mekan yaparız. Kınanmış ve rahmetimizden kovulmuş olarak oraya girer
Kim de ahireti tercih eder ve inanarak oraya yaraşır biçimnde çalışırsa öylelerine çılaşmalarının karşılığı verilir.
Her ikisine de, ona da buna da, Rabbinin bağışından imdad ederiz. Rabbinin ihsanı isteyen hiç kimseden kesilmiş değildir” (İsra: 17/18-20)
Bilindiği gibi İbrahim (a.s.) zamanının mü’minlerine rızık vermesi için Allah’a dua etmiştir:
“Bu şehrin halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle besle” (Bakara: 2/126)
Fakat Cenab-ı Allah (c.c.) bu duasına şöyle karşılık verdi:
“Kafirlere gelince onları da bir süre geçindirir, fakat sonra cehennem azabına çarptırırım. Orası ne fena bir yerdir!” (Bakara: 2/126)
Demek ki, gerek yapılan dualara karşılık olarak ve gerekse duasız olarak rızka başarıya kavuşturulan herkes Allah’ın sevdiği ve hoşlandığı kullardan değildir. Tersine Allah mü’mini de kafiri de iyiyi de kötüyü de rızıklandırır ve bu meyanda kafirlerin dualarını kabul ederek dünya ile ilgili dileklerini karşılar, ama onların ahirette hiç bir nasibi olmaz.
Nitekim bu anlamda şöyle bir hikaye anlatılır. Vaktiyle bir hıristiyan ordusu müslümanların bir şehrini kuşatır. Fakat günün birinde içme suları biter. Bunun üzerine müslümanlara kendilerine içme suyu verdikleri takdirde kuşatmayı kaldırmayı teklif ederler.
Teklifi aralarında görüşüp değerlendiren müslüman yetkililer düşmanları susuz bırakıp zayıf düşürdükten sonra üzerlerine aniden baskın düzenlemeyi kararlaştırırlar.
Fakat bunun üzerine çaresiz kalan hıristiyanlar, Allah’a yönelerek dua ederler, ondan yağmur yağdırmasını isterler. Çok geçmeden yağmur yağar ve hıristiyanlar da suya kavuşmuş olur.
Bu olay bir kısım müslümanların inançlarının sarsılmasına yolaçar. Bunun üzerine şehrin hükümdarı ermiş bir kişiyi halkın imanını yeniden güçlendirmekle görevlendirir. Ermiş kişi hemen kurdurduğu bir minbere çıkarak Allah’a şöyle dua eder: “Ya Rabbi, karşımızdaki düşmanlarımızın rızıklarını üstlendiğini biliyoruz. Çünkü sen kitabında (Kur’an’da)
“Yeryüzündeki bütün canlıların rızkı Allah’ın garantisi altındadır” (Hud: 11/6)
buyuruyorsun. Düşmanlarımız sıkıntı içindeyken sana dua ettiler. Ayrıca sen sıkıntı içindeyken sana dua edenlerin dualarını kabul edeceğini bildirdin. Bu adamların rızkını sağlamayı üstlendiğin vede sıkıntılı durumda sana dua ettikleri için yağmur yağdırıp onlara su verdin. Yoksa onları sevdiğin veya dinlerini onayladığın için dileklerini karşılamış değilsin. Şimdi de biz senden mü’min kulların kalplerindeki imanı pekiştirecek bir olağanüstü destek diliyoruz”.
Bu duanın bitiminden bir süre sonra ortaya çıkan şiddetli bir kasırga hıristiyan ordusunu kısa sürede helak ediverdi.
Buna benzer bir olay da Allah’ın koyduğu sınırları aşan bir şey dileyen kimsenin duasıdır. Allah’ın sınırlarını aşmak ya yararlı olmayan veya özü bakımından günah olan bir şey dilemekle olur. Böyle bir kimsenin duası şu veya bu oranda gerçekleşince bu sonucu isteğinin yerinde ve amellerinin salih olduğuna delil sayar. Tıpkı Allah’ın dünyada mühlet vererek mal ve evlad sağladığı bazı kötülerin bu gelişmeleri iyilikleri için meydana gelmiş gelişmeler saymaları gibi. Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki:
“Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve evladları ile onların iyiliklerine koşuyoruz. Hayır! Fakat onlar farkında değildirler”
(Mü’minun: 23/55-56)
Yine bu gerçeği vurgulayan bir kaç ayet daha okuyalım:
“Kendilerine yapılan uyarıları unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilen nimetlerle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birden bire hayal kırıklığına uğradılar”
(En’am: 6/44)
“Kafirler sanmasınlar ki, onlara mühlet vermemiz kendileri için hayırlıdır. Biz onlara günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı azab vardır”
(Al-i İmran: 3/178)
Buradaki “Mühlet vermek”den maksat ömrü uzatmak ve bunun gereği olarak “geçim kaynağı” ve “başarı” sağlamaktır.
“Bu sözü yalanyanları bana bırak. Biz onları farkında olmayacakları şekilde adım adım azaba yaklaştıracağız.
Onlara mühlet veriyorum, ama tuzağım bozulmazdır”
(Kalem: 68/44-45)
Bu önemli meseleyi başka bir yazımızda ayrıntılı bir şekilde açaklamaya çalıştık.
“Rabb’inize alçak sesle yalvararak dua ediniz. O aşırıları (ölçüyü aşanları) sevmez” (A’raf: 7/55)
Burada vurgulamak istediğimiz şudur: Allah’a yapılan dua bazen ibadet niteliğinde olur, o takdirde kul bu dua sayesinde dünyadaki kazancı yanında ahirette ve sevap elde e-der. Yapılan dualar kimi zaman da dileklerin karşılanmasına dönük birer “istek duası” niteliğinde olurlar. Bu dualar Allah’ın hoşuna gidecek istekler içerdikleri takdirde sevap kazandırıcı da olabilirler. Fakat kimi durumlarda sadece içerdikleri dileklerin karşılanmasını sağlayabilirken kimi durumlarda da sahiplerinin dinine zarar verecekleri için ilahi hakların çiğnenmesine ve sınırlamaların aşılmasına yolaçtıkları oranda ahiret azabı getirirler.
Kısacası Allah’ın bize aramamızı amrettiği “vesile (O’na yaklaştırıcı uygun yol)” hem O’na ibadet etmekte ve hem de O’ndan bir şey dilemekte söz konusudur. Ayrıca gerek bize emredilen salih ameller ile gerek hayatta olan peygamber ve salih şahsiyetleri dua ve şefaatleri ile Allah’ın yakınlığını (tevessül) aramak, yaratılmışları araya koyarak O’nun üzerine yemin etmek kategorisine girmez.
Bu kategoriye giren olaylardan biri de Kıyamet günü insanların Rasulullah’tan (s.a.v.) kendileri için şefaat etmesini dilemekleridir. İnsanlar O’nun ahirette kendileri için Allah katında şefaatçı olmasını isteyecekler. Tıpkı dünyadayken kendisinde yağmur yağması ve başka dilekleri için dua etmesini iştemiş oldukları gibi.
Bildiğiniz gibi, bir de Ömer’in (r.a.) şu şekilde dua ettiği olayı var;
“Ya Rabbi, biz Rasulullah’ın (s.a.v.) sağlığında kuraklıkla karşılaşınca Rasulullah (s.a.v.) aracılığı ile sana baş vurur ve yağmura kavuşturulurduk. Şimdi ise sana Rasulullah’ın (s.a.v.) amcası Abbas aracılığı ile baş vuruyoruz (tevessül ediyoruz)” Bu sözlerin anlamı şudur: “Biz vaktiyle sana Rasulullah’ın (s.a.v.) duası, şefaatı ve dilemesi aracılığı ile baş vuruyorduk. Şimdi de sana O’nun amcasının duası, şefaatı ve dilemesi aracılığı ile baş vuruyoruz”.
Bu duanın anlamı “Rasulullah’ın (s.a.v.) veya amcasının aracılığı ile senin üzerine yemin ederek istekte bulunuyoruz” demek değildir. Tıpkı zamanımızın bazı bid’atçılarının ölmüş bir şahsiyetin arkasından veya gıyabında yaptıkları gibi. Nitekim böylelerinin bazıları “Ya Rabbi, senden falancanın nezdindeki itibarı hakkı için şunu şunu istiyorum” gibi ifadeler taşıyan dualar yapmakta ve bu tutumlarını da “Biz Allah’ın peygamberleri ve velileri aracılığı ile O’na tevessül ediyoruz” diye savunmaya kalkışıyorlar. Daha da ileri giderek bu tutumlarını destekler nitelikte şöyle bir uydurma Hadis naklediyorlar;
“Allah’dan birşey dilerken benim O’nun nezdindeki itibarım hakkı için dileyiniz. Çünkü benim Allah katındaki itibarım büyüktür”.
Eğer sahabiler tarafından yapılan ve Ömer’in (r.a.) ifadesi ile dile getirilmiş bir örneğini sunduğunuz “Tevessül” bu olsaydı, onlar Rasulullah’ın (s.a.v.) ölümünden sonra da bunu yapar ve Rasulullah (s.a.v.) aracılığı ile dua etmenin çok daha ağırlıklı bir önemi olduğunu iyi bildikleri halde O’nu bırakıp amcasına baş vurmazlardı.
Bundan anlaşılıyor ki, sahabilerin anlattıkları “Tevessül” ölülere değil, sadece yaşayanlara dönüktür. Bu da yaşayanların duaları ve şefaatleri aracılığı ile Allah’a baş vurmak demektir. Yaşayanlardan böyle bir şey istenebilir. Fakat ölüden hiç bir şey istenemez. Ne dua ve nede başka bir şey.
Yukarda anlattığımız gözleri görmeyen sahabi olayı da bu niteliktedir. Bilindiği gibi söz konusu sahabi Allah’ın görme gücünü geri vermesi için Rasulullah’tan (s.a.v.) kendi için dua etmesini rica etmiş, Rasulullah (s.a.v.) da ona Allah’ın kendi şefaatçılığını kabul etme dileğini içeren bir dua öğreterek bunu yapmasını istemişti. Bu da gösteriyor ki, Rasulullah (s.a.v.) adama şefaatçı olmuş ve Allah’dan şefaatının kabul edilmesini dilemesini istemiştir. Adamın bu amaçla yapmış olduğu duada geçen “Ya Rabbi, rahmet peygamberi olan Peygamberin aracılığı ile sana yöneliyor, senden diliyorum” ifadelerinin anlamı “Peygamberinin duası ve şefaatı aracılığı ile” demektir. Ömer’in (r.a.)
“Sana Peygamberimiz aracılığı ile Tevessül ediyorduk” şeklindeki sözleri de bu anlama gelir. Bu iki Hadis’te geçen “Tevessül” ve “Teveccüh” terimleri aynı anlamdadır.
Bir şahıs aracılığı ile Allah’a “Tevessül”, “Teveccüh” etmek veya “Dilekte bulunmak” anlamca oldukça belirsizdir. Bu yüzden sahabilerin ne demek istediğini iyice anlamayanlar bu konuda yanılgıya düşmektedirler. Burada amaç söz konusu şahsiyetin dua edici ve şefaatçı olması hasebiyle sebep olması amaçlanmaktadır. Buna göre söz konusu şahsiyetin sebep olmasının istenmesi ya dilek sahibinin o şahsa karşı duyduğu saygı ve bağlılığa veya O’nun dua ve şefaatine dayanır.
Bunun bir örneği, geceyi geçirmek için bir mağaraya sığınan ve sabahleyin uyandıklarında mağaranın kapısını tıkayan bir kaya yüzünden içerde mahsur kaldıklarını gören üç yolcu ile ilgili olaydır. Buhari ile Müslim’in bir Hadis olarak naklettikleri olay şöyledir:
Üç yolcu geceyi geçirmek üzere bir mağraya sığınırlar. Sabahleyin uyanınca mağaranın kapısını kocaman bir kayanın tıkadığını görürler. Aralarında çare ararken herkesin o güne kadar yapmış olduğu en faziletli ameli öne sürerek Allah’a dua etmesini kararlaştırırlar. Bu karar üzerine içlerinden biri şöyle dua eder:
“Ya Rabbi, bildiğin gibi benim bir amca kızım vardı. Onu çok sevmiştim. Öyle ki, hiçbir erkek bir kadını bundan daha çok sevemezdi. Bir gün benden yüz dinar para istedi. Parayı yanıma alıp evine gittim. Maksadımı anlayınca bana “Ey Allah’ın kulu, Allah’dan kork ve hakketmediğin biçimde bekaret mührümü bozma” diye yalvardı. Bunun üzerine parayı verdim ve kendisine hiç ilişmeden evden çıkıp gittim. Ya Rabbi, eğer ben o hareketi sırf senin rızanı kazanmak için yaptı isem bu mağarının kapısının açılmasını sağla”.
Adamın bu duası üzerine mağara kapısını tıkayan taş birazcık aralanıverdi ve adamlar gün ışığını iyice görebildiler. Arkasından bir başkası da dua etti:
“Ya Rabbi, bildiğin gibi, benim hayli yaşlanmış bir anam ile bir babam vardı. Her akşam önce onlara süt içirir, sonra çoluk-çocuğumla hayvanlarıma yemek ve yem verirdim. Bir gün ormandan geç dönmüştüm. Eve döndüğümde her günkü gibi sütlerini içirmek istediğimde uyuduklarını gördüm. Onların sütünü vermeden çocuklarıma yemek ve hayvanlara yem vermek istemediğim için bardak elimde yanıbaşlarında sabahladım. Sabah olup uyanınca da hemen sütlerini içirdim.
Ya Rabbi, eğer ben o hareketi sırf senin rızanı kazanayım diye yaptı isem bu mağaranın kapısının açılmasını sağla”.
İkinci adamın bu duası üzerine mağara kapısı biraz daha aralandı. Fakat açılan delik dışarıya çıkmalarına imkan verecek kadar geniş değildi. Arkasından arkadaşların üçüncüsü dua etmeye başladı ve şunları söyledi:
“Ya Rabbi, senin de bildiğin gibi, ben vaktiyle bir kaç işçi çalıştırmış ve iş bitince ücretlerini vermiştim. Yalnız işçilerden biri biraz önce çekip gittiği için ücretini verememiştim. Bunun üzerine adamın ücretini ayırarak çalıştırmaya başladım. Para çoğaldıkça çoğaldı ve gün geldi, büyük bir servet haline geldi. Derken günün birinde adam çıkagelerek-Ey Allah’ın kulu, bana olan ücret borcunu ver-dedi. Kendisine “Şu gördüğün bütün develer, koyunlar, sığırlar ve köleler senin o ücretinden arttı. Bu yüzden hepsi senin” diye cevap verdim. Adam şaşkınlık içinde “Ey Allah’ın kulu, benimle alay etme” deyince kendisine “Ne münasebet, alay falan etmiyorum” diye karşılık verdim. Bunun üzerine adam yanımda birikmiş olan bütün servetini alıp gitti.
Ya Rabbi, eğer bu hareketi sırf senin rızanı kazanmak için yaptı isem şu mağara kapısının açılmasını sağla”.
Bu sonuncu dua üzerine iri kaya kapıdan çekildi ve adamlar dışarı çıktılar.262
(262) Buhari İcare: 2272; Ahmed Müsned: 1/116; 3/142.
Görülüğü gibi bu üç arkadaş en salih amellerini öne sürerek Allah’a dua ettiler. Çünkü kulun Allah’a “Tevessül”, “Teveccüh” ederken, O’ndan bir şey dilerken öne sürebileceği en geçerli gerekçe işlemiş olduğu salih amellerdir. Çünkü bizzat Cenab-ı Allah (c.c.) şu ayet’te iman edip salih amel işleyen kullarının istediklerini yerine getireceğini, hatta kendi keremi ile onlara istediklerinden daha fazlasını bağışlayacağını vadetmektedir:
“Allah iman edip salih amel işleyenlerin dualarını kabul eder ve kendi kereminden onlara istediklerinden de fazlasını verir” (Şura: 42/26)
Bu üç arkadaş da Allah’a ibadet ederek, O’nun emrine uygun salih ameller yaparak, O’ndan dilekte bulunarak ve O’na yalvararak kendisine dua etmişlerdir.
Buna benzer bir olay da Fudayl bin Iyazla263 ilgili olarak anlatılır. Bildirildiğine göre bu zat bir ara idrar sıkışıklığı hastalığına-yakalanmış ve
“Ya Rabbi, sana karşı olan sevgim hakkı için bu hastalığımı gider”264 diye dua edince idrar sıkışıklığından kurtuluvermiştir.
Yine bu kategoriden olan bir başka olay da şudur: Anlatıldığına göre muhacir (Mekkeli) müslümanlardan olan bir kadın oğlu ölünce “Allah’ım, ben sana ve Peygamberine inandım ve senin yolunda evimden barkımdan ayrılarak göçettim”265 diyerek Allah’dan oğluna yeniden canlandırmasını dilemiş ve Allah da bir süre sonra oğlunu diriltivermiştir. Örnek verdiğimiz bu duaların uslüpları özellik bakımından Kur’an’da bize nakledilen mü’minlerin şu seslenişlerine benzemektedir:
“Ey Rabbimiz, biz “Rabbinize iman ediniz” diye seslenen bir davetçinin çağrısını işitir-işitmez hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, hatalarımızı ört ve canımızı iyi kullarınla birlikte al. Ey Rabbimiz, peygamberleri aracılığı ile vadetmiş olduğun mükafatları bize ver, Kıyamet günü bizi perişan bırakma, hiç şüphesiz sen verdiğin sözden caymazsın”
(Al-i İmran: 3/193-194)
(263) Fudayl b. Iyad b. Mesud b. Bişr El-Temimi Zahid, ibadete düşkün, Buhari Müslim ve diğer Hadis alimlerinin kendisinden Hadis tahricinde bulunduğu güvenilir bir ravi idi. 187 yılında öldü. Vefeyat El Ayan: 4/47-50; Takrib ElTehzib: 2/113.
(264) Ebu Nuaym Hilye El-Evliya: 8/109.
(265) Kadı Iyad El-Şifa: 1/268.
Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak, O’nun hoşnutluğunu kazandıracak ibadet ve kulluk görevlerini yaparak O’ndan dilekte bulunmak, eş bir deyimle O’na “Tevessül” etmek, bu hareketleri O’nun rahmetinin umudu ve azabının korkusu ile yapmakla aynı şeydir. Örnek olarak “Senden şunu şunu diliyorum. Çünkü hamd sana özgüdür. Sen bağışı bol Allah’sın. Göklerin ve yerin yoktan varedicisisin. Ve çünkü Sen tek, herkesin ihtiyaçlarının karşılayıcısı, doğurmamış ve doğurulmamış, hiç kimsenin kendisine denk olamayacağı Allah’sın” gibi ifadelerle Allah’ın isim ve sıfatlarını anarak O’na dua etmek, bu isim ve sıfatları sebep olarak öne sürmek anlamına gelir.
Çünkü Cenab-ı Allah’ın (c.c.) hamdedilmeye layık ve ihsan sahibi olması, O’nun kullarına hamdetmeyi gerektirecek bağışlarda bulunmasını gerektirir. Allah’ın tek ve Samed oluşu, her kesin ihtiyaç anında O’na baş vurmasını, O’nun dışında kalan her şey varlığını O’na borçlu iken O’nun hiç bir şeye muhtaç olmamasını ve dolayısıyla kendisine el açanların dileklerini karşılamasını gerektirir. Bu tür dualar bazan O’nun isim ve sıfatları üzerine yemin etme uslubunda da olabilir.
Ebu Said’e dayalı bir Hadis olarak nakledilen
“Ya Rabbi, senden dilekte bulunanlar ve attığım şu adımlar hakkı için senden şunu şunu istiyorum”
şeklindeki duaya gelince Atıyye Avfi tarafından rivayet edilen bu Hadis hayli zayıftır. Fakat eğer aslı olduğunu farzedersek o da bu kategoriye girer. Çünkü dilekte bulunanların Allah üzerindeki hakkı, onların dileklerini karşılaması ve O’na ibadet edenlerin O’nun üzerindeki hakkı kendilerine sevap vermesidir. Başka bir deyimle dilekte bulunmak ile ibadet etmek, O’nun ihtiyaçları karşılaması ile sevap vermesinin sebebidir. Demek ki, bu sözlerle dua eden kimse bu sebebe dayanarak O’na baş vurmuş, O’na “Tevessül” etmiş olur. Eğer bu duayı yapan kimsenin yeminli ifadeler kullandığı farzedilirse bu kimse Allah’ın sıfatları üzerine yemin etmiş sayılır. Çünkü duaları kabul etmek ve ibadetlere sevap vermek, O’nun fiilleri ve vaatleri arasındadır. Böylece bu dua Rasulullah’ın (s.a.v.) şu sahih Hadis’inde ifadesini bulan dua gibi olmuş olur:
“Euzu birizake min sahtıke ve biuafatike min ukubetike veeuzubike minke la uhsı senaen aleyke ente kema esneyte ala nefsıke: Gazabından hoşnutluğuna, azabından affına ve senden sana sığınırım. Ben sana övgü düzemem. Sen kendini övmüş olduğun gibisin”266
Gerek Hanbeli’nin ve gerekse başka bazı imamların açıkça belirttikleri gibi yaratıklara sığınılamaz (onlara istiaze edilmez). Böyle düşünen imamlar bu ilkeyi Allah’ın kelamının (sözlerinin) yaratık olmadığının delili saymışlardır. Bunun yanıda Buhari’de yer alan bir Hadis’te Rasulullah (s.a.v.):
“Euzu bikelimatillahi tammatı minşerri mahaleke: Allah’ın eksiksiz kelimeleri ile mahlukatının şerrinden sığınırım”267
buyurduğuna göre sözü geçen imamlar “Mahluk aracılığı ile Allah’a sığınılamaz” demişlerdir.
Allah’dan başka hiç bir nesnenin sözü edilerek dilekte bulunulamayacağını söyleyen alimler, Allah’ın sıfatları anılarak bir şey dilemeye karşı çıkmamışlardır. Bunun bir başka benzeri şudur. Bilindiği gibi yemin sadece Allah üzerine yapıldığı takdirde geçerli olur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) sahih bir Hadis’e göre
“Kim yemin edecekse Allah üzerine yemin etsin veya sussun”268
ve Tirmizi’de yer aldığına göre
“Kim Allah’dan başka bir şey üzerine yemin ederse Allah’a şirk koşmuş olur”269
buyurmaktadır.
(266) Müslim Namaz: 486.
(267) Müslim Zikir: 2708.
(268) Buhari Yemin ve Adaklar: 6646; Müslim Yeminler: 1646.
(269) Tirmizi Yemin ve Adaklar: 1535.
Bununla birlikte “Allah’ın izzeti” ve benzeri ifadelerle yapılan yeminler-ki Rasulullah’ın (s.a.v.) bu tür ifadeli yeminler yaptığı belgelidir- Allah’dan başkası üzerine yapılan yeminler kapsamına girmez. Çünkü her hangi bir şeyin “başkası” demek, O şeyden ayrı ve onunla bağdaşık olmayan bir nesne demektir.
Sözün kısası, peygamberler ve saygıdeğer salih kişiler aracılığı ile Allah’a “Tevessül” etmek iki yoldan olur. Ya onlara bağlılık göstermek ve yollarından getmekle veya onların dua ve şefaatlerini kazanmakla. Buna karşılık böylelerinin ne yollarını izleyen ve nede şefaatlerini haketmeyen bir kimsenin kuru kuruya onlar aracılığı ile Allah’a “Tevessül” etmesi, kendisine hiç bir yarar sağlamaz. Sözü geçen şahsiyetlerin Allah katındaki itibarları ne kadar yüksek olursa olsun.
Düşünelim ki, gerek ilk müslümanlar ve gerekse mezheb imamları, yaratıklar aracılığı ile Allah’dan bir şey dilemeye yukarda anlattığımız gözle baktıklarına göre yaratıkların ölüleri aracılığı ile dilekte bulunmanın hükmünü varın siz düşünün. İsterse bu ölülerden Allah’dan bir şey dilemeleri ve ister bazı kimselerin yaptıkları gibi doğrudan doğruya dilekleri yerine getirmeleri istenmiş olsun. Yine ister bu dilekte bulunma olayı ölünün mezarı başında veya gıyabında meydana gelmiş olsun. Şeriatımızın tebliğcisi olan Rasulullah (s.a.v.) bu işi kökünden önlediği ve Peygamberlerin mezarlarını mescid edinenleri lanetleyerek, mezar başlarında namaz kılmayı yasaklayarak ve dilekleri sadece Allah’a yöneltmeyi vurgulayarak bu sapıklığa vardıracak bütün kapıları kapattığı halde bu sapıklığın doğrudan doğruya içine, yani ya şirk haline veya şirke götürücü şartlara düşmeye ne demeli?

Peygamberimizi Adım Adım İzlemek

Oysa yukarda açıkça gördük ki, ilk müslümanlardan hiç kimse böyle bir şey yapmış değildir. Bu kuralın tek istisnası, Abdullah b. Ömer’in Rasululah’ın (s.a.v.) yolculukları sırasında mola verdiği yerlerde mola vermesi ve O’nun namaz kıldığı yerlerde namaz kılmasıdır. Hatta bir yerde Rasulullah (s.a.v.) abdest aldıktan sonra abdest suyunun artığını yakındaki bir ağacın köküne döktü diye Abdullah İbn Ömer de orada abdest aldıktan sonra artakalan suyu aynı ağacın köküne dökmüştür.
Dikkat etmeliyiz ki, Abdullah b. Ömer’in bu uygulaması, Rasulullah’ın (s.a.v.) davranışlarını bütünüyle yeniden tekrarlama amacını gütmektedir. Yani Abdullah b. Ömer, Rasulullah’ın (s.a.v.) mola verişini, namaz kılışını, hatta artan abdest suyunu döküşünü aynen tekrarlamak istemiştir. Yoksa sadece O’nun dua edip namaz kıldığı yerlerde dua edip namaz kılmayı amaçlamış değildir. Bu uygulama ile ilgili olarak karşımıza şu üç farklı mesele çıkar:
1- Meselelerin biricisi, Rasulullah’ın (s.a.v.) davranışlarını amaçlarını bilmeksizin veya bu davranışları ortaya çıkaran sebepler yok olduğu halde aynını tekrarlama meselesidir. Bu yaygın bir tartışma konusudur. Abdullah b. Ömer ile onun gibi düşünenler bu tartışmanın bir kutbunu ve onun gibi düşünmeyenler de karşı kutbunu oluştururlar. Fakat sahabilerden bize ulaşan güvenilir belgeler ne muhacirlerin ve nede ensarın genel anlamda Abdullah b. Ömer gibi davranmadıkları merkezindedir. Ayrıca bizi şu anda asıl ilgilendiren mesele bu değildir. Şunu da belirtelim ki, eğer bir kimse normal bir yolculuğu sırasında namaz vakti girince vaktiyle Rasulullah’ın (s.a.v.) aynı yoldan geçerken konaklamış olduğu bir yerde mola verip namazını kılarsa, adamın bu hareketi bu kategoriye girer.
2- İkinci mesele her hangi bir yolcunun Rasulullah’ın (s.a.v.) namaz kıldığı yerleri özellikli namaz yeri sayarak oralarda farz namazları dışında namaz kılmasıdır. Başka bir deyimle sırf bu yerlerde namaz kılıp dua etmiş olmak için oralarda namaz kılıp dua etmesidir.
Hemen belirtelim ki, ne Abdullah b. Ömer’in ve nede başka bir sahabinin bu yolda bir uygulaması bize nakledilmiş değildir. Gerçi bazıları “Abdullah b. Ömer’in uygulaması bu niteliktedir” diyorlar ama, tam tersine elimizde O’nun böyle yapmayı yasakladığını belirten belgeler vardır. Üstelik bütün sahabilerin böyle yapmaktan kaçındıkları kesinlikle sabit olduğuna göre tek başına Abdullah b. Ömer öyle yapmış olsa, O’nun bu muhtemel uygulaması, babasına ve diğer sahabi kitlesine karşı delil olamaz.
3- Bu yerlerin yolcunun yolu üzerinde olmaması, buralara gitmek için özel bir yolculuğa çıkması durumudur. Özel bir yolculuğa çıkarak Hıra dağına, Sevr mağarasına veya Musa’nın (a.s.) Allah (c.c.) ile konuşma yeri olan Tur-i Sina dağına giderek namaz kılıp dua etmek gibi Rasulullah (s.a.v.) ile sahabilerin hayat tarzını bilen herkes, onların bu tür yerleri özellikle hiç görmeye gitmediklerini iyi bilir.
Mesela bu tür yerlerin başlıcalarından olan Hıra dağını ele alalım. Bu dağ Mekke yöresinin en yüksek dağıdır. İslam’dan önceki dönemde Kureyşliler buraya sık sık gidip inançlarına göre tapınma hareketleri yaparlardı. Bu dağın Rasulullah’ın (s.a.v.) hayatında ve İslam’iyetin başlangıcında önemli bir yeri vardır. Buhari ile Müslim’de yer aldığına göre bu konuda Aişe (r.a.) şöyle diyor:
“Rüya, Rasululllah’ta vahyin başlangıcı, öncüsü olmuştu. O günlerde gördüğü her rüyadan sonra yüzü şafak yeri gibi kıpkırmızı kesilerek çıkagelirdi. Bir süre sonra inzivadan hoşlanmaya başladı. Bu dönemde günlerini Hıra dağında ibadetle geçiriyor, gecelerce orada kaldıktan sonra gelip yanına azık alarak yine oraya dönüyordu.
İşte bu dönemde bir gün yine Hıra mağarasındayken kendisine ansızın vahiy geldi. Bir melek karşısında belirerek O’na “Oku” dedi. Rasulullah (s.a.v.) meleğe
“Ben okumayı bilmem”
diye karşılık verdi. Bunun üzerine melek kendisini kucağına çekip iyice sıktıktan sonra salıverdi ve yine “Oku” dedi. Rasulullah (s.a.v.) iki veya üç kez yine
“Ben okumayı bilmem”
diye karşılık verdikten sonra karşısındaki melek kendisine
“Yaratan Rabbinin adı ile oku. O insanı bir parça kan pıhtısından yarattı. Oku, senin Rabbin en büyük kerem sahibidir. O inasana kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediklerini öğretti”
dedi. Bir süre sonra mağaradan çıkıp eve geldiğinde Rasulullah (s.a.v.) hala heyecandan titriyordu”270
(270) Buhari Vahyin Başlangıcı: 3/3392-4953-4955-4956-4957-6982.
Aişe (r.a.) tarafından bize anlatılan Rasulullah’ın (s.a.v.) bu Hıra mağarasındaki ibadet dönemi Peygamber oluşundan önceydi. Peygamberlikle görevlendirildikten ve insanlara O’na inanıp bağlanmaları emredildikten sonra insanların en değerli zümresi olan ilk muhacir müslümanlarla birlikte Mekke’de oturdu. Bu dönemde ne kendisi ve ne de yakın arkadaşlarından biri Hıra dağına bir kere bile gitmedi.
Hayatının bundan sonraki Medine dönemi boyunca dört Umre yolculuğu oldu. Bu yolculuklardan birincisi “Hudeybiye Umresi” diye anılır. Bilindiği gibi bu yolculukta Rasulullah’ın (s.a.v.) yolunu kesen müşrikler O’nun Kabe’ye ulaşmasını engellemişlerdi. Bu yolculukların ikincisi “Kadıyye Umresi” diye bilinir ve ilkinin ertesi yılında yapılmıştır. Çok sayıda arkadaşı ile birlikte bu seyahatı gerçekleştiren Rasulullah (s.a.v.) Mekke’de üç gün kadar kalmıştı. Daha sonra Mekke’yi fethedince Huneyn’e ve Mekke’nin doğusunda bulunan Taif denen yere giderek Huneyn vadisinde Hevazın adlı müşrik gruplarla savaştı, sonra Taif müşriklerini kuşatma altına aldı. Bu arada Cirane’de Huneyn’de ele geçen savaş ganimetlerini bölüştürdükten sonra tekrar Mekke’ye gelip Beytullahı ziyaret etti. Dördüncü hacc ziyareti de “Veda Haccı” diye bilinen yolculuğudur. Bu yolculuğa çok azı dışında bütün müslümanlar katılmıştı.
Hemen belirtelim ki, bu yolculukların hiç birinde ne kendisi ve nede sahabilerden biri, ne Hıra dağını ve nede Mekke çevresindeki herhangi bir hatıralı yeri ziyarete gitmemişti. Bu ziyaretlerde görülen yerler sadece Mescid-i Haramı (Kabe’yi), Safa ile Merve arasını, Mina’yı, Muzdelife’yi ve Arafat’ı içeriyordu. Yine bu yolculuklarda Urene vadisinde öğle ve ikindi namazını birarada kıldıktan sonra bir süre Arafat dolaylarındaki Nemre’de kurulan çadırda kalmıştı. Ayrıca gerek O’nun arkasından gelen raşid halifelerin ve gerekse ilk nesle mensup örnek müslümanların hiç birisi özel olarak namaz kılıp dua etmek amacı ile bir kere bile Hıra dağına gitmemişlerdir.
Bu arada Kur’an’da
“Hani iki kişiden biri olarak mağaradayken”
(Tevbe: 9/40)
diye sözü edilen Sevr dağındaki mağara da böyledir. Rasulullah’ın (s.a.v) bu mağarayı ne özel şekilde ziyaret etmeyi ve ne de orada namaz kılıp dua etmeyi ümmetine meşru etmemiştir. Ayrıca Rasulullah (s.a.v.) Mekke de Mescid -i Haram (Kabe) dışında hiç bir mescid yaptırmış değildir. Şimdi orada gördüğümüz diğer mescidlerin tümü Mescid-i Mevlid ve benzerleri gibi-hep sonradan yapılmıştır. Yine Rasulullah (s.a.v.) ne doğduğu yeri ve nede Mina’nın arkasında bulunan ve Akabe biatının yapıldığı yeri ziyaret etmeyi ümmetine meşru etmemiştir. Fakat daha sonraları Akabe biatının gerçekleştiği yerde bir mescid yapılmıştır.
Oysa bilmek zor değil ki, eğer bu ziyaretler meşru, müstahab ve Allah katında sevap kazandırıcı olsaydı, bunu en iyi bilecek ve oralara en önce koşacak olan insan, hiç kuşkusuz, Peygamberimiz olurdu. Ayrıca bu konuda bildiklerini sahabilerine de öğretmiş olacağı için onların bunu kendilerinden sonra gelenlerden daha iyi bilmeleri ve bu ziyeretlere herkesten çok önem vermeleri gerekirdi. Onların bu ziyaretlerin hiçbirine iltifat etmedikleri kesinlikle bilindiğine göre bu ziyaretleri ibadet veya sevab kazandırıcı hareket saymadıkları ve dolayısıyla bu ziyaretlerin sonradan İslam’a sokulmuş bid’atler olduğu anlaşılıyor. Buna göre kim bu ziyaretleri ibadet veya sevap kazandırıcı birer hareket sayarsa onların ki dışında başka bir yol tutturmuş ve şeriata Allah’dan izinsiz bir unsur katmış olur.
İşte Rasulullah’ın (s.a.v.) makamlarından biri olan Hıra mağarası ile ilgili hüküm budur. Oysa bu Hıra mağarası vahyin ilk inişi ve Rasulullah’a (s.a.v.) ilk Kur’an ayet’lerinin bildirilişi gibi çok önemli olaylara sahne olmuştur. Üstelik burası İslam’dan önce de ibadet yeri olarak kullanılıyordu. Rasulullah’ın (s.a.v.) diğer önemli bir makamı olan ve O’nun tarafından Medine göçü sırasında sığınma yeri olarak kullanılan Sevr mağarası da aynı hükmün kapsamına giriyor.
Bu önemli yerlerin hükmü böyle olunca diğer peygamberlerle ilgili makamları ziyaret yeri edinmek, oralara özel yolculuklar düzenleyerek oralarda namaz kılıp dua etmek bize daha yabancı ve şeriatımıza daha uzaktır. Üstelik sözü edilen yerler eğer söylendiği gibi birer Peygamber makamı iseler. Eğer böyle olmadıkları belli veya olup olmadıkları şüpheli ise durum nice olur, bunu varın siz düşünün.
Bir de şu mesele var. İlim adamlarının söz birliği ile bildirdiklerine göre Rasulullah (s.a.v.) Beytullahı ziyaret ederken sadece Yemen tarafına düşen iki Kabe rüknünü selamlar, Şam tarafında kalan diğer iki rüknü selamlamazdı. Ayrıca Makam-ı İbrahim de dahil, buradaki başka hiç bir yeri de selamlamazdı. Sadece Hacer-i Esved’i öptüğünü biliyoruz.
Yemen tarafına düşen sütunlarla ilgili olarak da farklı rivayetler var. Kimi bunları öptüğünü, kimi selamlayıp eli ile sıvazladığını ve kimisi de ne öptüğünü ve ne de eli ile sıvazladığını bildiriyor. Bu rivayetlerin her üçünün de gerek Hanbeli mezhebine ve gerekse başka mezheplere bağlı tarafları vardır. Fakat işin doğrusu O’nun bu sütunları ne öptüğü ve nede eli ile sıvazladığıdır. Rasulullah (s.a.v.) ne öyle ve ne de böyle yapmıştır. Bunu sahih Hadis’ler açıkça belirtmektedir.
Haydi diyelim ki, Yemen tarafına düşen bu iki sütun konusu tartışmalıdır. Fakat Kabe ziyareti ile ilgili ittifaklı meseleler de vardır. Mesela gerek dört mezhebin imamları ve gerekse diğer başlıca alimler Kabe’nin Şam tarafındaki sütunlarının ve başka hiç bir Kabe parçasının öpülmeyeceği hususunda ortak görüş sahibidirler. Çünkü Rasulullah’ın (s.a.v.) sadece Yemen tarafındaki iki sütunu selamladığı söylendiği gibi sahabilerin uygulaması da bu yoldadır.
Nitekim İbn-i Abbas, bir defasında kendisi ile birlikte Kabe’yi tavaf eden Muaviye’nin dört sütunu da selamladığını görünce kendisine Rasulullah’ın (s.a.v.) sadece güneydeki iki sütunu selamladığını hatırlatmış ve onun
“Kabe’nin hiç bir sütunu selamlanmamış bırakılmamalı”
şeklindeki itirazını da
“Allah’ın Rasulü sizin için en güzel örnektir”
ayet-i ile karşılayınca Muaviye, yaptığından vazgeçmiştir.271 Alimlerin söz birliği ile belli olan diğer bir husus, Kur’an’da
“Siz İbrahim’in makamının bir bölümünü namaz yeri edininiz” (Bakara: 2/125)
diye sözü geçen İbrahim makamının ne selamlanmasının ve nede öpülmesinin meşru olmadığıdır.
(271) Tirmizi Hacc: 858; Ahmed Müsned: 1/217;
Abdürrezzak El-Musannef: 8924.
Bu makamın öpülemeyeceği ve elle sıvazlanamayacağı hem Sünnet’le ve alimlerin görüş birliği ile sabit olduğuna göre diğer peygamber makamlarının öpülüp sıvazlanamayacağı haydi haydi bellidir.
Buna benzer bir başka yer de Rasulullah’ın (s.a.v.) Medine mescidinde devamlı namaz kıldığı yerdir. İlk dönem müslümanlarından hiç birinin burayı selamladığı veya öptüğü görülmemiştir. Mekke’de ve başka yerlerdeki namaz kıldığı yerlerin durumu da aynıdır.
O’nun mübarek ayakları ile bastığı ve namaz kıldığı kesinlikle olan yerlerin okşanması veya öpülmesi meşru olmadığına göre diğer Peygamberlerin veya sahabilerin namaz kıldıkları veya uyudukları ileri sürülen yerleri sıvazlamanın veya öpmenin meşru olacağı nasıl iddia edilebilir? Namaz kılmak üzere ayak bastığı yer için meşru olmayan bir hareket, adım atmak üzere bastığı bir yer için nasıl meşru olabilir?

Peygamberimizin Ayak İzleri

Söylediklerimiz söz konusu yerler hakkındaki bilgilerin kesin olduğu durumlar için geçerlidir. Ya bir de bu yerlerin söylendiği gibi oldukları şüpheli veya öyle olmadıkları belli ise? Mesela; bazı yalancılar tarafından üzerlerinde ayak izi yontulduktan sonra cahil halka “Bunlar Rasulullah’ın (s.a.v.) ayak izleridir” diye yutturulmaya çalışılan çok sayıda taşlar gibi. Rasulullah’ın (s.a.v.) ayak izlerini taşıdığı kesinlikle belli yerlerin ve Allah tarafından namaz yeri edinmemiz emredilen ve İbrahim’in (a.s.) ayak bastığı kesinlikle belli olan İbrahim (a.s.) makamının sıvazlanıp öpülmesi meşru değilken asılsız olarak, yalan yere Rasululah’ın (s.a.v.) taşıdığı iddia edilen yerlerin sıvazlanması veya öpülmesi nasıl meşru olabilir? Mesela Beytülmukaddesin (Kudüs’ün) avlusundaki koca taşın üzerindeki sözde Rasulullah’a (s.a.v.) ait ayak izleri ile bunun benzerleri gibi.
Denebilir ki: “Cenab-ı Allah, İbrahim makamının bir bölümünü namaz yeri edinmemizi emrettiğine göre bu tür diğer yerleri de orası ile kıyaslarız”. Bu görüşe karşı şunları söylemeliyiz: Kur’an’daki bu hüküm sırf Mekke’de bulunan ibrahim makamına özgüdür İster bu deyimle İbrahim’in Kabe yanındaki ayakta durmuş olduğu yer ve isterse Arefe Muzdelife ve Mina adlı ziyaret yerleri kasdedilsin islam alimlerinin görüş birligi ile belirli ziyaret yerlerine özgün olan ibadetler başka yerlere de yaygın sayılamazlar.Tıpkı Tavaf ibadetinin Beytüllah’a (Kabe’ye) özgü oluşu gibi. Bu tür yerlerin herhangi birine özgü olan ibadetler kıyas yolu ile başka yerlere de yaygınlaştırılamazlar. Tabii ki bu tür yerlerin her hangi birinde yapılması meşru olmayan bir ibadet başka yerlerde de haydi haydi meşru değildir.

Haccda Ziyaret Edilecek Yerler

Bu söylediklerimizden çıkan mantıki sonuca göre Kabe’nin bazı ziyaret noktalarında meşru olmayan öpme ve selamlama gibi saygı gösterileri başka yerlerde de haydi haydi meşru olmaz. Bunun yanıda bu ziyaret noktalarında meşru olan ibadetlerin başka yerlerde de meşru olması gerekmez.
Bu tür yerlerin bir diğeri de Arafat dağında yer alan ve “Kubbetü Adem (Adem Kubbesi)” adı ile bilinen binadır. Alimlerin görüş birliği ile burayı özellikle ziyaret ederek orada namaz kılıp dua etmek meşru değildir. Hatta “Cebel-i Rahmet” adı ile bilinen Arafat dağının tepesine çıkmak da meşru değildir. Bu konuda Sünnet’e uygun olan davranış, ya Rasulullah’ın (s.a.v.) vakfe (duruş) yeri olan “sahrat” denen yerde veya Arafatın rastgele bir yerinde vakfe yapmaktır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.)
“Arafatın her yeri vakfe yeridir”
buyuruyor.272
(272) Muvatta Hac: 166; İbn Mace Menasik: 3012.
Bu yöredeki diğer mescidlerin durumu da aynıdır. Şeytan taşlama yerlerinin (cemrelerin) yakınındaki mescid, Hayf mescidi yanında bulunan ve Kur’an’daki “Mürselat” suresinin iniş yeri olduğu için “Mürselat Mağarası” diye bilinen yerdeki mescid ile Arafat dağının tepesinde bulunan “Mescid-i Kebş” gibi. Rasulullah’ın (s.a.v.) buraların hiçbirini özellikle ziyaret edip oralarda namaz kılmayı ve dua etmeyi meşru kılmamıştır.
Bu tür yerlerin bazı taraflarını öpmenin veya elle sıvazlamanın hükmü ise besbellidir. Çünkü alimlerin ortak ve kesin görüşlerine göre bu tür davranışların Rasulullah’ın (s.a.v.) şeriatında asla yeri yoktur.
Hacda ziyaret edilecek yerler hakkında eser yazmış olan bazı alimlerin kitablarında Mekke ve çevresindeki kimi mescidleri ziyaret etmenin müstahab olacağı belirtilmiştir. Gençliğimde henüz hacca gitmeden önce hacca giderek yaşlı bir tanıdığıma rehber olsun diye bu ziyaret yerlerini kitaplardan derleyip bir dergide toplamıştım. Fakat daha sonra kesinlikle öğrendim ki, bu ziyaret adetlerinin tümü sonradan ortaya çıkarılmış birer bid’attır, hiç birinin şeriatımızda yeri yoktur. Muhacir ve Ensar kesimi ile ilk müslüman nesil bu yerlerin hiç birini ziyaret etmiş değildi. Bilgi ve gerçek önderi olan imamlarımız bu ziyaretleri yasaklamışlardı. Hacc sırasında özellikle ziyaret ederek namaz kılacağımız ve dua edeceğimiz tek mescid, Mescid-i Haram’dır, başka hiç bir mescidi özellikle ziyaret etmemiz meşru kılınmamıştır. Mekke çevresindeki hiç bir başka mescidi herhangi bir bakımdan orası gibi tutmamız uygun değildir. Herhangi bir kimse bu mescidlerden birinde kılacağı namazı veya edeceği duayı Mescid-i Haram’da kılıp yapsa kendisi için daha hayırlı olur, hatta şeriata uygun bir Sünnet işlemiş olur. Buna karşılık Mescid-i Haram dışındaki herhangi bir Mekke mescidini faziletli bir yer olduğu düşüncesi ile özellikle ziyaret etmek şeriatımızda yeri olmayan bir bid’attır.

Özellikle Ziyaret Edilecek Mescidler

Bu meselenin aslı şu. Özel yolculuk düzenlenerek ziyaret edilecek mescidler üç tanedir. Bunun böyle olduğu Ebu Hüreyre ile Ebu Said Hudri’nin rivayet ettiği ve Buhari ile Müslim’de yer alan şu Hadis ile belgelenmiştir. Söz konusu Hadis’te Rasulullah (s.a.v.):
“Şu üçü dışında hiç bir mescidi ziyaret etmek amacı ile özel yolculuğa çıkılmaz”
buyuruyor. Başka kanallardan da rivayet edilmiş olan bu Hadis, Hadis uzmanlarının görüş birliği ile sağlam bir Hadis olarak kabul edilmiştir.
Bu üç mescidi ziyaret etmek amacı ile yapılacak özel yolculuklar oralarda namaz kılmak, dua ve zikr etmek, Kur’an okumak ve itikafta bulunmak gibi salih ameller içindir. İlim adamlarının görüş birliği ile bu üçü dışında kalan diğer mescidleri ziyaret etmek için özel yolculuğa çıkmak meşru değildir. Hatta meşhur Küba mescidinde bile ancak oraya yakın yerlerden gelmek müstahabtır, uzak yerlerden özel bir yolculukla bu mescide bile gelmek yerinde değildir. Çünkü Buhari ile Müslim’de yer aldığına göre Abdullah b. Ömer bu konuda:
“Rasulullah cumartesi günleri bazan yaya ve bazan da binek hayvanı sırtında Küba mescidine giderdi”.273 diyor. Rasulullah’ın (s.a.v.) bu Sünnet’ini aynen uyguladığını öğrendiğimiz Abdullah b. Ömer Müslim’in ifadesine göre “Her gidişinde orada iki rekat namaz kılarak”274 Buhari de bu bilgiyi her hangi bir rivayet zincirine yer vermeksizin kaydediyor.
(273) Buhari: 1193; Müslim Hacc: 1399.
(274) Müslim Hacc: 1399.

Dırar Mescidi

Bilindiği Cenab-ı Allah (c.c.) Küba mescidi ile ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyuruyor:
“Mü’minlere zarar vermek, küfre hizmet etmek ve müslümanlar arasında ayrılık çıkarmak için vaktiyle Allah ve Rasulü’ne karşı savaşmış bir adamı gözetlemek üzere mescid yapanlar. İyilikten başka hiç bir amacımız yok, diye yemin edecekler. Ama Allah onların yalancı olduklarına şahiddir.
O mescidde asla namaz kılma. Daha ilk gününden takva temeli üzerinde kurulan mescid, hiç şüphesiz namaz kılmana daha layık bir yerdir. Orada temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah temizlenenleri sever.
Acaba binasını Allah korkusu, Allah rızası temelleri üzerine kuran kimse mi, yoksa yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurarak onunla birlikte cehenneme yuvarlanan kimse mi daha hayırlıdır? Allah zalimleri hidayete erdirmez.
Yaptıkları bina kalplerinde bir kuşku olup kalacaktır. Ta ki, kalpleri parçalanıncaya dek. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir”
(Tevbe: 9/107-110)
Kur’an’da sözü edilen bu “Dırar Mescidi” “Rahib” lakabı ile anılan fasık Ebu Amir için yapılmıştı. Cahiliye döneminde hıristiyan olan bu adama müşrikler saygı gösterirlerdi. İslam gelince içini saran kıskançlık dürtüsü ile Rasulullah’a (s.a.v.) karşı çıkmış ve bir süre sonra kafirler arasına kaçmıştır. İşte o sırada bir grup münafık bu “Dırar Mescidi”ni yapmaya girişti. Bu mescidi dönüşünü gözledikleri bu İbn-i Amir için yapmak istiyorlardı. Bu hikaye meşhurdur. Kısacası, bu mescidi yapan kimseler orada Allah’ın ve Rasulü’nün emirlerini uygulamak amacı değil, başka bir amaç taşıyorlardı.
Belirtmek istediğimiz şu ki, Türbedarlık, ziyaretgah gibi meşru ibadetler dışında bir amaç uğruna müslümanların mescidlerine benzer binalar yapmak, şu veya bu oranda “Dırar Mescidi” yapmakla aynı anlama gelir. Özellikle bu binalar müslümanlara zarar verdikleri, küfre çanak tuttukları, mü’minler arasında ayrılık çıkardıkları, Allah’a ve Rasulullah’a (s.a.v.) ters düşmüş münafıklar ile bid’atçılara zemin hazırladıkları oranda “Dırar Mescidi”ne daha çok benzer hale gelirler. Tekrar hatılayalım ki, Cenab-ı Allah (c.c.) Rasulullah’a (s.a.v.):
“Daha ilk günden takva temeli üzerine kurulan mescid, hiç şüphesiz, namaz kılmana daha layık bir yerdir”
buyuruyor.
Bu bakımdan “Mescid-i Nebevi” diye anılan Rasulullah’ın (s.a.v.) Medine’deki asıl mescidi daha öndedir. Yani “Takva temeli üzerine kurulmuş olma” niteliği daha barizdir. Nitekim Buhari’de yer alan bir Hadis’e göre Rasulullah (s.a.v.) kendisine sorulan “Bu iki mescidin hangisi Takva temeli üzerine kurulmuş olma bakımından önde gelir?” şeklindeki bir soruya Mescid-i Nebevi’yi kasdederek
“Benim bu Mescidim”275
diye cevap vermiştir. Gerçi bu iki mescidin her ikisi de takva temeli üzerine kurulmuştur, ama Rasulullah (s.a.v.) bu bakımdan kendi mescidini Kuba mescidinden daha önde tutmuştur. Bunun sonucu olarak Cuma gününü kendi mescidinde geçirir ve cumartesi de Kuba mescidine giderdi.
Ebu Davud’un, Useyd b. Hudayr276 Ensari’ye dayanarak bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.):
“Kuba mescidinde namaz kılmak Umre gibidir”
buyuruyor. Aynı Hadis’e İbn-i Mace de yer verirken Tirmizi bununla ilgili olarak “Bu garib bir Hadis’tir”.277 demektedir. Hanbeli’nin, Nesai’nin ve İbn-i Mace’nin Sehl b. Hanif’e dayanarak bildirdiklerine göre de Rasulullah (s.a.v.):
“Kim evinde temizlenir ve sonra Kuba mescidine gelerek orada namaz kılarsa bir Umre (nafile hac) sevabı elde eder”278
buyurmuştur. Hadis alimlerinden biri bu Hadis-i açıklarken şöyle diyor: “Rasulullah ‘ın (s.a.v.) “Kim evinde temizlenir ve sonra Kuba mescidine gelirse” şeklindeki ifadesi bize gösteriyor ki bu mescidi ziyaret etmek için uzaktan gelmek meşru değildir. Meşru olan, evinde temizlik yaptıktan sonra oraya gelecek kadar yakınında oturan kişinin, tıpkı semtinin mescidine gider gibi oraya gitmesidir. Uzaklardan gelinerek ziyaret edilen mescidlerin durumu başkadır”.
(275) Müslim Hacc: 1398.
(276) Üseyd b. Hudayr adı yanlıştır. Yapıtın yazılı nüshaları, Tirmizi, İbn Mace Ahmed ve diğerlerinin kaytıları bunu kanıtlamaktadır. Sahabinin asıl adı, Useyd b. Zahir b. Rafii El-Ensari’dir. Aynı zamanda sahabi de olan bu zat Ubade b. Bişr Lame’nin kardeşidir. Mervan’ın krallığı döneminde öldü. Tehzib El-Tehzib: 1/349-635.
(277) Tirmiz Namaz: 324; Hakim El-Müstedrek: 1/487;
İbn Mace: 1411.
(278) Ahmed: 3/487; İbn Mace: 1412; Sünen-i Nesai: 2/37.
Özel yolculuğa çıkılarak ziyaret edilmeleri meşru olan üç mescide gelince bütün alimler buralara namaz, dua ve zikir gibi maksatlar için gidilmesinin müstehap olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Fakat eğer biri böyle bir ziyaret adasa, acaba adadığını yerine getirmesi gerekli midir, yoksa değil midir?
Bu mesele ile ilgili alimler tarafından iki farklı görüş ileri sürülmüştür:
Görüşlerden birine göre bu tür adakların sadece Mescid-i Haram (Kabe) ile ilgili olanını yerine getirmek zorunludur. Şafii’ye mal edilen iki görüşten biri bu yolda olduğu gibi Ebu Hanife de bu görüştedir. Ebu Hanife bu görüşü savunurken adaklarla ilgili “Herhangi bir adağın yerine getirilmesinin vacib olabilmesi için adak konusu hareketin türünden, şeri bir vacib bulunmalıdır” şeklindeki temel ilkesinden hareket ediyor.
İmam-ı Malik ve Ahmed tarafından savunulan öbür görüşe göre ise eğer bu üç mescide gitmek adanmış ise buralara gitmek gereklidir. Yalnız adak sahibi bu mescidlerin daha faziletli olanını ziyaret edince daha az faziletli olanı ziyaret etme zorunluluğu üzerinden düşer. Yani eğer biri Mescid-i Nebevi’yi veya Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmeyi adar da bunlar yerine Mescid-i Haram’ı (Kabe’yi) ziyaret ederse adağı yerine gelir. Aynı şekilde Mescid-i Haram’ı veya Mescid-i Nebevi’yi ziyarete gidecek olursa adağı yerine gelmiş olur.
Çünkü bilindiği gibi Buhari’de yer alan bir Hadis’e göre Rasulullah (s.a.v.):
“Kim Allah’a itaat etmeyi adarsa O’na itaat etsin. Buna karşılık kim Allah’a isyan etmeyi adarsa O’na isyan etmesin”279
buyuruyor. Rasulullah’ın (s.a.v.) bu emri türünden vacib bulunsun, bulumasın her türlü itaatı (ibadeti) kapsamına alır. Daha faziletli olan bir ibadeti yapmak ise o konudaki Hadis-i yerine getirmek olur. Bu meseleyi daha detaylı biçimde açıklamanın şimdi sırası değildir. Sadece şunu vurgulamak istiyoruz ki, bu üçü dışında hiç bir mescidi ziyaret etmek için özel bir yolculuğa çıkmak meşru olmadığı gibi mezheb imamlarının ortak görüşü ile bu yolda yapılacak olan bir adağı yerine getirmek zorunlu değildir. Böyle bir kimseye yemin kefareti düşüp düşmeyeceği hakkında ise alimler arasında her ikisi de meşhur olan iki farklı görüş vardır.
Kısacası Medine’de Küba mescidi dışında bu tür ziyaret edilmesi meşru başka bir mescid yoktur. Medine’deki diğer mescidler bu bakımdan diğer normal mescidler gibidirler. Rasulullah (s.a.v.) onların hiç birinin ziyaret özelliği olduğunu bildirmemiştir. Bu yüzden Medine alimleri bu mescidlerin Kuba mescidi dışında kalanlarını özel olarak ziyaret etmezlerdi.
Öteyandan Hanbeli’nin “Müsned” adlı eserinde bildirildiğine göre sahabilerden Cabir b. Abdullah şöyle diyor:
“Rasulullah (s.a.v.) bir defasında bir konu ile ilgili olarak Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri olmak üzere üç gün üstüste Fetih mescidinde dua etmiş ve duası Perşembe günü iki vakit namaz arasında kabul edilince duyduğu sevinç, yüzünden anlaşılır hale gelmiştir.
O günden beri ne zaman çözümü zor, ağır bir problemle karşılaşsam o saati gözetleyerek dua eder ve duamın kabul edildiğini görürüm”.280 Yalnız bu Hadis’in rivayet zincirinin halkalarından biri olan Kuseyr b. Zeyd, tartışmalı bir şahsiyettir. Ünlü Hadis uzmanı İbn-i Main, onu bazan güvenilir sayarken kimi durumlarda da zayıf kabul etmektedir.
(279) Buhari Yemin Adaklar: 6700.
(280) Ahmed: 2/332.
Bu Hadis’e dayanan bazı dostlarımız ve başka bazı kimseler, Cabir b. Abdullah gibi yaptıklarını söyleyerek sözü geçen Fetih mescidini özellikli bir dua yeri sayarlar. Oysa Cabir b. Abdullah, az önceki sözleri ile belirli bir dua yerini değil, belirli bir dua zamanını vurgulamaktadır.
Düşünelim ki, eğer bizzat Rasulullah’ın (s.a.v.) namaz kıldığı ve onun izni üzerine yapılmış olan bu Medine mescidleri arasında Küba mescidi dışında kalanlarını özellikle ziyaret etmek meşru değilse başka mescidleri özellikle ziyaret etmek nasıl meşru olabilir?

Mescid-i Aksa

Mescid-i Aksa’ya gelince o özel yolculuğa çıkılarak ziyaret edilmeleri meşru olan üç mescidden biridir. Müslümanların Kudüs’ü fethetmeleri üzerine oraya giden Ömer (r.a.) şehri hıristayanlardan teslim aldı. Mescid-i Aksa’ya girince kutsal taş üzerinde büyük bir çöp birikintisi gördü. Bu çöpleri oraya yahudilere inat olsun diye hıristiyanlar atmıştı. Çünkü yahudiler bu taşı kutsal sayar, ona doğru ibadet ederlerdi. Ömer (r.a.), kutsal taş üzerindeki pisliğin bir kısmını elbisesinin ucuna koyarak oradan kaldırdı. Onun arkasından yanındaki müslümanlar da aynı şeyi yaparak kutsal taşı temizlediler.
Bir rivayete göre Ömer (r.a.) bir grup görevlendirerek bu kutsal taşı temizletti. Arkasından yanında bulunan Kaab-ul Ahbar’a dönerek “Senin görüşüne göre bu mabedin neresinde müslümanlar için namaz yeri yapayım?” diye sordu. Kaab-ul Ahbar, “Kutsal taşın arkasında” diye cevap verince Ömer (r.a.)
“Ey yahudi oğlu, yahudilik damarın kabardı galiba” diye azarladıktan sonra “Namaz yerini mabedin girişinde yapacağım. Mescidlerin giriş kısımları bizimdir”281 dedi ve mabedin ön kısımlarını mescid haline getirdi. Halk çoğnulukla bu mescid kısmını “Aksa” diye anar. Oysa “Aksa” tüm mabedin adıdır.
(281) İbn Kesir El-Bidaye ve El-Nihaye: 7/58.
Şunu hemen belirtelim ki, ne bu mescide ve nede yeryüzünün herhangi bir yerindeki mescide “Harem” adı verilemez. Çünkü sadece Mekke ve Medine’deki mescidler “Harem” sıfatı ile anılabilirler. Yalnız Taifde bulunan Vecc vadisinin bu sıfatla anılıp anılamayacağı alimler arasında tartışmalıdır.
Dediğimiz gibi Ömer (r.a.) mabedin kıble tarafında müslümanlar için bir namaz yeri yaptırdı. Söylendiğine göre bu namaz yerinin zemininde mabedin ön kısmına çıkan bir merdiven vardı. Böylece müslümanların mescidi ile mabedin hıristiyanlara ait kısmı biribirine irtibatlı olmuş oldu.
Hemen söyleyelim ki, o sırada ne Ömer (r.a.) ve nede yanında bulunan diğer müslümanlar bu kutsal taşın başında ne namaz kıldılar ne onu elleri ile sıvazladılar ve ne de öptüler. Yalnız söylendiğine göre Ömer (r.a.), mabedin dış kısmında bulunan Davud (a.s.) mihrabın yanında namaz kılmıştır.
Belgelerden öğrendiğimize göre Abdullah b. Ömer de “Beytülmukaddes’e gittiği zaman müslümanlara ayrılmış yere giderek namaz kılardı. Bu arada asla kutsal taşa yaklaşmaz, onu ziyaret etmez ve o civardaki diğer kutsal sayılan yerlere de yanaşmazdı”. Ömer b. Abdülaziz, Evzai ve Sufyan-üs Sevri gibi seçkin selefilerin de aynı şekilde davrandıkları nakledilmiştir. Çünkü bu mabedin Ömer (r.a.) tarafından müslümanlar için mescid haline getirilen bölümü dışında kalan kısımları müslümanlar açısından birbirinden farksız sıradan yerlerdi.
Daha önce değindiğimiz gibi Mescid-i Haram (Kabe) ile Medine Mescidi, alimlerin görüş birliği ile Mescid-i Aksa’dan daha faziletli mescidlerdir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) bu iki mescidin ikincisi hakkında
“Benim bu mescidimde kılınan bir vakitlik namaz Mescid-i Haram dışında başka bir mescidde kılınacak bin vakitlik namazdan daha hayırlıdır”
diye buyurarak üstünlüğünü vurgularken, bu mescidlerin birincisini bizzat Allah (c.c.) müslümanların kıblesi yapmış, ayrıca ziyaret edilip tavaf edilmesini farz kılmıştır. Buna rağmen bu iki mescidde Hacerül Esved dışında öpülmesi veya elle selamlanması meşru olan başka hiçbir bölüm yoktur. Durum böyleyken Mescid-i Aksa’nın bazı yerlerinin öpülmelerinin yada selamlanmalarının meşru olacağı nasıl ileri sürülebilir?

Kudüs Ziyareti

İlk zamanlar bu kutsal taşın üstü açıktı. Buna rağmen ne sahabilerden biri, ne başlarındaki komutanlar ve nede aralarında bulunan alimler buraya özel bir saygı göstermemişlerdir. Bu taşın üstü gerek Ömer’in (r.a.), Osman’ın (r.a.), Ali’nin (r.a.) halifelikleri sırasında ve gerekse Muaviye’nin, oğlunun ve torununun hükümdarlıkları döneminde hep açık kaldı. Fakat Abdülmelik döneminde taşın üzerine kubbe yapıldı. Söylendiğine göre o da şöyle oldu. Bilindiği gibi Abdülmelik ile Medine’de oturan Abdullah b. Zübeyr arasında çatışma vardı. Bu arada hacca giden müslümanlar bu fırsattan yararlanarak Abdullah b. Zubeyr ile görüşüyorlar veya haccı bahane ederek onunla buluşmaya gidiyorlardı.
İşte bunu önlemek isteyen Abdülmelik, Beytül Mukaddes’teki kutsal taşın önemini arttırabilmek için üzerine kubbe yaptırmış ve onu yaz-kış değiştirilen örtülere büründürmüştür. Böyle yapmaktaki amacı halkı Beytül Mukaddes’i ziyaret etmeye özendirerek hacc vesilesi ile Abdullah b. Zübeyr’in yanına gideceklerin sayısını azaltmaktı. Bilindiği gibi “İnsanlar hükümdarlarının dinindendirler” diye meşhur bir söz vardır. İşte bu deyimin pratik bir tezahürü olarak müslümanlar o günden sonra daha önce hiç eşi görülmemiş biçimde bu kutsal taşa ve Beytül Mukaddes’e saygı göstermeye başladılar. Bu arada halkın bu ilgisini daha da arttırmak için bu konudaki yahudi masallarını anlatıp yayan kimseler türedi. Öyle ki, böylelerinden biri bir gün Urve b. Zübeyr’in de bulunduğu bir sohbette Emevi hükümdarlarından Abdülmelik b. Mervan’ın huzurunda “Cenab-ı Allah, bu kutsal taşa-sen benim en alt Arş’ımsın-diye hitab etti” deyince Urve b. Zubeyr, adam “Allah Kur’an’da-O’nun Kürsi’si gökleri ve yeri kaplar- buyurduğu halde sen kalkmış-Falanca taş O’nun Arş’ıdır-diyorsun, bu nasıl olur?” şeklinde susturucu bir cevap vermiştir.
Kısacası bu taşın üzerindeki kubbeyi Rasulullah’ın (s.a.v.) raşid halifelerinin yapmadıkları kesindir. Bunun kadar kesin olan diğer bir şey sahabilerin bu taşa hiçbir şekilde saygı göstermedikleri ve onun yanında özellikle namaz kılmadıklarıdır. Hatta Abdullah b. Ömer ta Hicazdan kalkıp Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmeye gittiği halde bu gidişlerinin hiçbirinde söz konusu taşı ziyaret etmemiştir.
Çünkü bu mabed vaktiyle müslümanların kıblesi iken sonradan değiştirilmiş ve sadece yahudilerin kıblesi olma niteliğine bürünmüştür. Bu yüzden şeriatımızda orayı özel saydıracak hiç bir gerekçe kalmamıştır. Tıpkı cumartesi gününe özel bir önem vermenin şeriatımızda hiç bir gerekçesinin olmayışı gibi. Böyle olunca bu taşa özel bir şekilde saygı göstermek yahudilere özenmekten başka bir anlama gelmez. Daha önce alimlerimizin cumartesi ve Aşüre günleri hakkındaki görüşlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştık.
Aralarında bizim gibi arkadaşlarımızın da bulunduğu bazı son dönem fıkıhçılara (Muteahhirin) göre Beytül Mukaddes’in kutsal taş bölümünde yapılacak yemin, tıpkı Mescid-iHaram’ın Makam-ı İbrahim ile yakınındaki sütun arasında ve Rasulullah’ın (s.a.v.) mescidinin minberi yakınında yapılacak yeminler gibi diğer yerlerdeki yeminlere göre daha ağırlıklı bir önem taşır. Fakat bu görüşün gerek Hanbeli ve gerekse diğer mezhep imamları tarafından benimsendiğini belirten hiç bir belge elimizde yoktur. Bu konuda Sünnet’e uygun hüküm, orada yaptırılan yemini diğer mescidlerin minberleri yanında yaptırılan yemin kadar ağırlıklı saymaktır. Buna karşılık müslümanlar tarafından saygı gösterilmesi meşru olmayan yerlerde verdirilen yeminler farklı bir ağırlık taşımazlar.Tıpkı ziyaretgahlarda ve peygamber makamı oldukları ileri sürülen yerlerde verdirilen yeminlerin farklı bir ağırlıkları olmadığı gibi. Kim böyle bir şey yaparsa şeriata ters düşmüş, sapık bir bid’atçıdır.

İsrailiyyat Meselesi

Bazı kimseler gerek Beytül Mukaddes ve gerekse Şam dolaylarında bulunan diğer bazı ziyaret yerlerinin faziletlerini anlatan çeşitli eserler yazdılar. Bu eserlerde bazan doğrudan doğruya yahudi ve hıristiyanlardan sağlanan ve kimi zaman da yahudi ve hıristiyanlardan yararlanmış kimselerden alınan bilgilere dayanılmıştır. Oysa müslümanlara dinlerini bu tür bilgi kaynaklarına dayandırmak helal kılınmamıştır.
Bu tür İsrail masallarında (İsrailiyat) rivayetlerine en çok yer verilen şahsiyet Kaabul Ahbar’dır. Özellikle Şam yöresinin alimleri ondan çok sayıda İsrail masalı nakletmişlerdir. Oysa Muaviye onun hakkında “Yahudi ve hıristiyanlarla ilgili, Kaab kadar bilgi veren söylediğini de tespit ettik”282 diyor. Bunu yanında Buhari’nin yer verdiği bir Hadis’e göre Rasulullah (s.a.v.) bu konuda şu ilkeyi getirmiştir.
“Yahudi ve hıristiyanlar size her hangi bir konuda bir şey anlattıkları zaman onları ne onaylayınız ve nede yalanlayınız. Çünkü ya size asılsız bir şey söylerler de onu onaylamış veya doğru bir şey söylerlerde onu yalanlamış olursunuz”283
(282) Buhari İ’tisam: 7361.
(283) Ahmed: 4/136; Ebu Davud İlim: 3644.
Şimdi şaşılacak bir noktaya değineceğim. Bir bu doğrudan doğruya Allah tarafından korunup kayırılan şeriatı ve bir de “Eğrilik üzerinde asla bir araya gelemeyeceği” müjdelenmiş olan şu saf ümmeti düşününüz. İşte bu ümmetin ilmi geleneğine göre Ata b. Ebu Rebah, Hasan-ı Basri ve Ebu Aliye gibi tabiinden (ikinci kuşaktan) olan seçkin İslam alimleri ve büyük din alimleri Rasulullah’tan (s.a.v.) bir Hadis naklettiklerinde Hadis alimleri bu Hadis’in rivayet zincirinin halkalarını didik didik incelerler. Bu inceleme sonunda kimi Hadis uzmanı elindeki Hadis’in rivayet zincirinin halkalarını doğrudan doğruya reddeder, kimi şartlı olarak kabul eder ve kimisi de Said b. Museyyeb, İbrahim Nehai ve Muhammed b. Sirin gibi sadece güvenilir rivayet halkalarından Hadis nakleden şahsiyetlerle Ebu Aliye ve Hasan-ı Basri gibi arasıra güvenilir olmayan halkalardan da Hadis naklettiği görülen şahsiyetleri biribirinden kesinlikle ayırır. Oysa bu şahsiyetler ile Rasulullah (s.a.v.) arasında bir, iki, bilemediniz üç kişi vardır. Zamanımızda yazılan kitaplarda görülen ve yazarı tarafından Mürsel (rivayet zincirli) oldukları bildirilen Hadis’lere gelince Hadis uzmanlarının görüş birliği ile belirttiklerine göre bu Hadis’lerin sahih olduklarına hükmedilebilmesi için mutlaka sırf sahih Hadis’leri naklettikleri bilinen alimlerden alınmış olmaları gerekir, Buhari gibi. Bilindiği gibi gök kubbe altında Kur’an’dan sonra Buhari gibi sağlam ve güvenilir bir başka kitap yoktur.

Daha Önceki Peygamberlerin Hikayeleri

Rasulullah’ın (s.a.v.) Hadis’leri ile ilgili bunca titizliğe rağmen acaba Kaabul Ahbar ile benzerlerinin eski peygamberler hakkında vermiş olduğu bilgilere nasıl güvenilebilir ki, Kaabul Ahbar ile hakkında bilgi verilen peygamber arasında bin yıl veya ona yakın bir zaman aralığı vardır? Üstelik bu bilgiler bize nakledilmemiştir. Kaab ve benzerlerinin bize bilgi verirken en çok yapabildikleri şey, yahudi hahamları tarafından yazılan bazı kitaplara dayanmaktır. Oysa bizzat Cenab-ı Allah (c.c.) Kur’an’da bu hahamların gerçekleri değiştirdiklerini, başka kılıklara soktuklarını açıkça belirtiyor. Öyleyken bir müslümanın sırf bu yoldan nakledilen bir bilgiyi onaylaması nasıl helal olabilir? Halbuki bu konuda müslümana düşen görev, böyle bir bilgiyi ne onaylamak ve -eğer elimizde asılsızlığını belirten kesin bir delil yoksa- nede yalanlamaktır. Rasulullah (s.a.v.) bize böyle davranmayı emretmiştir. Bu israil masalları arasında peygamberlere yakıştırılmış yalanlar olduğu gibi ne olduklarını sadece Allah’ın bildiği yürürlükten kaldırılmış (neshedilmiş) unsurlar da vardır.
Bilindiği gibi gerek Rasulullah’ın (s.a.v.) sahabileri olan ilk kuşak ve gerekse bu kuşağa titizlikle bağlı ikinci kuşak (tabiin) müslümanları, Rasulullah’ın (s.a.v.) ölümünden sonra bir çok yeni ülkeler fethetmiş ve bu arada Şam, Irak ve Mısır gibi değişik eyaletleri yerleşim yeri edinmişlerdir. Onlar bu dini en iyi bilen ve kendilerinden sonra gelen her kuşaktan daha doğruyu uygulayan kimseler olduklarına göre hiç kimse onların davranış ve uygulamalarına ters düşmeye yetkili değildir.
Buna göre onları saygı göstermemiş oldukları ve özellikle namaz ve dua yerleri olarak kabul etmedikleri bu tür ziyaret yerleri konusunda onlara ters düşmeye hakkımız yoktur. Onlardan sonra gelen bazı faziletli ve dindar kimselerin bu yoldaki aykırı tutumları da bizim için gerekçe olamaz. Çünkü bu örnek kuşakların izlerinden gitmek onlara ters düşenlere uymaktan daha öncelikli ve daha yerinde olduğu gerçeği bir yana, onlara ters düşen tek-tük bazı şahsiyetler olduğu kadar mutlaka bu ters düşenlerin tutumlarına karşı çıkan daha çok sayıda, üstelik bilgi ve fazilet yönünden daha ilerde şahsiyetlerin varolduğunu hiç bir zaman unutmamalıyız. Genelleme niteliği taşıyan bu son cümlemizi açık hale getirmenin yeri burası değildir.
Bu arada Müslim de bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.) “Mirac gecesi Beytül Mukaddes’e vardığında orada iki rekat namaz kıldı ve bu mukaddes yolculuk sırasında başka bir yerde ne namaz kıldı ve nede başka bir yeri ziyaret etti”284 Öyleyken Mirac olayı ile ilgili olarak çok farklı rivayetlerle karşılaşıyoruz. Hemen belirtelim ki, bu rivayetlerin kimisi güvenilir Hadis kaynaklarında yer alan sağlam belgeler, kimisi zayıf nakiller ve kimisi de uydurma söylentilerdir. Bu uydurma söylentilere örnek olarak güya Cebrail’in Rasulullah’a (s.a.v.) “Burası, atan İbrahim’in mezarıdır. Bineğinin sırtından inde burada namaz kıl” veya “Burası İsa’nın doğum yeri Beytüllehm’dir, bineğinin sırtından in de burada namaz kıl” dediği şeklindeki yaygın rivayetleri gösterebiliriz. Bu tür söylentilerin bunlardan da daha acayip olan bir başkası da şudur. Güya Mirac yolculuğu sırasında Medine’ye de uğramış ve burada kendisine daha sonra üzerine mescid yaptıracağı yerde namaz kılması söylenmiş. Oysa orası o zaman müşrik mezarlığı idi. Rasulullah (s.a.v.) Medine’ye göçettiği sırada devesinin orada çökmesi üzerine söz konusu yerde konaklamış ve bilahere üzerine ünlü mescidini yaptırmıştı.
(284) Müslim İman: 162.
İşte bu ve buna benzer söylentiler, ilim adamlarının söz birliği ile uydurma rivayetlerdir. Az önce adı geçen Beytüllahm hıristiyan kiliselerinden biridir ve ister İsa’nın (r.a.) doğrum yeri olduğu doğru olsun, ister bu rivayet asılsız olsun, müslümanlar için burayı ziyaret etmenin hiç bir faziletli tarafı yoktur. Hatta İbrahim’in (a.s.) mezarı olduğu söylenen yere de ne sahabilerden ve nede tabiinden hiç biri varıp namaz kılmış veya dua etmiş, daha doğrusu orayı asla özellikle ziyaret etmiş değildir.
Bilindiği gibi müslümanlar Ömer (r.a.) ile birlikte Şam dolaylarına bir kaç kez gelmiş ve fetihten sonra da çok sayıda sahabi buralara yerleşmişti. Bu sıralarda hiç bir sahabinin bu yerleri ziyaretgah edindiği asla işitilmemiştir. İbrahim’in (a.s.) mezarı olduğu söylenen yerin üzerine mescid yapanlar da müslümanlar değildir. Olay şöyledir:
Haçlılar (hıristiyanlar) hicri dördüncü yüzyılın sonlarında Mısıra hakim olan rafizilerin Şam dolaylarındaki zayıf egemenliklerinden yararlanarak Kudüs’ü ve Beytül Mukaddes’i ele geçirdiler. Hemen belirtelim ki, bu rafızilerin ne sağlam akılları, na sarih nakilleri, ne makbul dinleri ve nede başarılı bir dünya düzenleri vardı. İşte bunlar yüzünden kuvvet bulan hıristiyanlar sahilleri ve başka bazı yöreleri elde ettiler ve bu hakimiyetleri sırasında İbrahim’in (a.s.) hücresinde delik açarak buraya bir kapı yaptılar. Söz konusu kapı hala hücrede açılan deliğin izlerini taşır. Görülüyor ki, burada mabed yapanlar, müslüman atalarımız değil, hıristiyan istilacılardır.

Mescidlerin Faziletleri

İslam’ın çok önemli bir ilkesine göre ibadete özgü yerler sadece mescidlerdir. Gerek müşriklerin ve gerekse yahudi ve hiristiyanlar ile yahudilerin saygı gösterdikleri tapınaklar ve bu arada cahiliye döneminde arapların saygı besledikleri Hıra dağı gibi yerler, İslam’iyetin saygınlıklarını zihinlerden silmek, unutturmak ve fonksiyonlarını ortadan kaldırmak için geldikleri yerlerdir.
Mescidlere gelince bunların tümü eşit düzeyde ibadet yerleridir. Başka bir deyimle herhangi bir mescidde yapılan ibadet başka bir mescidde de yapılabilir. Yalnız Mescid-i Haram (Kabe) müstesna. Bu mescid, başka hiç bir mescidin sahip olmadığı bir takım özelliklere, hatta imtiyazlara sahiptir. Mesela tavaf gibi bazı ibadetler sırf bu mescide özgü olduğu gibi başka hiç bir mecide yönelerek kılınabilecek namaz Allah katında kabul edilmez.
Rasulullah’ın (s.a.v.) Medine’deki mescidi ile Kudüs’deki Mescid-i Aksa’ya gelince, buralarda meşru olan ibadetler diğer sıradan mescidlerde de meşru olan namaz, dua, zikir, Kur’an okumak ve itikaf gibi ibadetlerdir. Diğer sıradan mescidlerde meşru olmayan türden ibadetler bu iki mescidde de meşru değildir. Mesela; buraların bir yerlerini öpmek veya elle selamlamak (istilam) veya bu mescidleri tavaf etmek gibi. Fakat bu iki mescid, geride kalan öbür sıradan mescidlerden daha faziletli oldukları için buralarda kılınacak namaz diğer mescidlerde kılınan namazlardan kat kat daha çok sevap getirir.
Bu iki mescidden biri olan Rasulullah’ın (s.a.v.) mescidinde kılınacak namazın, Kabe dışındaki bütün mescidlerde kılınan namazlardan “bin kat” daha faziletli olduğu sahih Hadis’lerle sabittir. Mesela Buhari ile Müslim’in, Ebu Hüreyre’ye (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Benim bu mescidimde kılınacak olan bir vakit namaz Mescid-i Haram (Kabe) dışında diğer mescidlerde kılınan bin vakit namazdan daha hayırlıdır. Çünkü ben nasıl peygamberlerin sonuncusu isem benim mescidim de mescidlerin sonuncusudur”285
Öteyandan Müslim’in, İbn-i Abbas’a dayanarak bildirdiğine göre bir defasında kadının biri bir hastalığa yakalandı ve “Eğer Allah beni bu hastalıktan kurtarırsa gidip Beytül Mukaddes’de namaz kılacağım” dedi. Bir süre sonra iyileşince gerekli hazırlıkları yaparak yola çıkmaya karar verdi. Gitmeden Rasulullah’ın (s.a.v.) eşlerinden Meymune’ye uğrayıp durumunu anlattı. Bunun üzerine Meymune (r.a.) kadına şunları söyledi:
“Otur ve hazırladığın yol azığını ye, arkasından da git Rasulullah’ın (s.a.v.) mescidinde bir namaz kıl. Çünkü ben Rasulullah’tan (s.a.v.) orada kılınacak bir namazın Kabe dışındaki diğer bütün mescidlerde kılınacak bin namazdan daha üstün olduğunu işitmiştim”286
Bu arada Hanbeli’nin “Müsned” adlı eserinde Abdullah b. Zubeyr’e dayandırarak bildirdiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Benim bu mescidimde kılınacak olan bir namaz Mescid-i Haram dışındaki öbür tüm mescidlerde kılınacak olan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram’da kılınacak bir namaz da benim mescidimde kılınan yüz namazdan daha faziletlidir”287
(285) Müslim Hacc: 1394; Buhari Mekke ve Medine: 1190.
(286) Müslim Hacc: 1396.
(287) Ahmed: 4/5.

İtikaf İbadeti

Dikkat edersek bizim şeriatımız İslam öncesi araplarının Hıra mağarasına kapanmak gibi tapınma davranışlarının yerine bütün mescidlerde itikafa girme ibadetini getirmiştir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) ölümüne kadar Ramazan ayının son on gününü hep itikafta geçirmiştir.
Mescidlerde itikafa girmek bütün mezheb imamlarının görüş birliği ile meşru sayılmış bir ibadettir. Çünkü Cenab-ı Allah (c.c.) Kur’an’da şöyle buyuruyor:
“Mescidllerde itikafa çekilmiş iken sakın eşlerinize yanaşmayınız” (Bakara: 2/187)
Yani “Mescidlerde itikafa girmişken bu sırada eşlerinizle birleşmeyiniz. Her ne kadar bu birleşme mescid dışında gerçekleşse bile. Bundan dolayı fıkıhçılar diyorlar ki; “İtikafın temel ilkesi mescide kapanıp Allah’a ibadet etmek ve onu ortadan kaldıracak sakıncada kadınlarla birleşmektir”.
Buna karşılık herhangi bir ağacın veya -anıt sayılsın, sayılmasın- bir taşın yada peygamberden birine ait olan ve olmayan bir mezarın yahud yine peygamberlerden biri ile ilgili olan ve olmayan herhangi bir makamın karşısında ayakta durmak veya yanıbaşında bir yere kapanmak, müslümanların dininde yeri olmayan hareketlerdir. Tersine bu tür hareketler, bizzat Cenab-ı Allah’ın (c.c.) Kur’an’ın aşağıdaki ayet’lerinde bize haber verdiğine göre müşriklerin (Allah’a eş koşanların) dini geleneklerindendir:
“Andolsun ki, biz İbrahim’e önceden doğruyu ayırdetmek yeteneğini vermiştik. Zaten biz onun bu yetenekte olduğunu biliyorduk.
Hani O, babasına ve kavmine “Şu karşılarına dikildiğiniz heykeller nedir?” diye sordu. Kendisine “Biz babalarımızı bunlara tapar buduk” dediler. O da onlara “siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düştünüz” dedi. Ona “sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa bizimle alay mı ediyorsun?” diye sordular. O da onlara “Ne münasebet! Sizin asıl Rabbiniz bu taptıklarınızı da yaratan göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Ben size karşı bu gerçeğin şahidlerinden biriyim. Allah’a yemin ederim ki, siz dönüp gittikten sonra bu putlarınıza bir tuzak kuracağım”. Bir süre sonra o putları paramparça etti ve belki ona başvururlar diye en büyüklerini bıraktı”
(Enbiya: 21/51-58)
Diğer bir ayet grubunda da şöyle buyuruluyor:
“Onlara İbrahim’in başından geçenleri de anlat: Hani o babası ile kavmine “Neye tapıyorsunuz?” diye sordu da onlar da ona “Putlara tapıyoruz, onlar karşısında dikiliyoruz” dediler. İbrahim onlara “Peki, çağırınca onlar sesinizi duyuyorlar mı? Ya da size her hangi bir fayda veya zararları dokunuyor mu?” diye sordu. Onlar da “Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük (Onun için biz de öyle yapıyoruz)” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine İbrahim onlara dedi ki: “Gördünüz mü taptıklarınızı? Gerek sizin gerekse atalarınızın. Hiç şüphesiz onlar benim düşmanlarımdır. Sadece alemlerin Rabb’i müstesna. O ki, beni yaratan ve doğruya iletendir. O ki, beni yediren ve içirendir. Ve hastalandığımda bana şifa verendir. O ki, beni öldürüp sonra diriltecek olandır. O ki, hesaplaşma gününde kusurlarımı bağışlamasını umduğumdur.
Ey Rabb’im, bana egemenlik bağışla ve beni salihlerden eyle. Beni bol nimetli Cennet’inin varislerden kıl. Babamı da bağışlayıp doğru yola ilet, çünkü o sapıklardandır. İnsanların yeniden diriltilecekleri gün beni utandırma. O gün ki, malın ve evlatların hiç bir faydası olmaz. Sadece Allah’a arı bir kalple gelenler fayda görür”
(Şuara: 26/78-79)
Kur’an’ın başka bir yerinde de aynı gerçek şöyle dile getirilmiştir:
“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Bir süre sonra kendilerine özgü bir takım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine “Ey Musa, bu adamların nasıl ilahları varsa bize de bir ilah göster” dediler. O Musa onlara “siz gerçekten cahil bir kavimsiniz. O adamlar gördüğünüz tutumları yüzünden helak olmaya mahkumdurlar. Bütün yaptıkları da batıldır”
(A’raf: 7/135-139)
İşte müşriklerin saygı duruşu ve işte müslümanların bir yere kapanma (itikaf) ibadetleri. Müslümanların mecidlere kapanmaları, ortağı olmayan tek Allah’a ibadet etme amacına dönükken müşrikler, Allah dışında umut ve korku kaynağı saydıkları ve Allah’a ortak koşup O’nun katında aracı (şefaatçı) olacaklarını düşündükleri şeyler karşısında saygı duruşu yaparlar.
İyi bilelim ki, müşriklerin hiç biri “Evrenin birden çok yaratıcısı vardır” veya “Allah’ın bütün sıfatlarında kendisine denk bir başka ilah vardır” demezler. Hiç bir müşrik böyle bir söz söylememiştir. Tersine onlar da göklerin ve yerin bir tek yaratıcısı olduğunu kabul ederler. Kur’an’ın şu ayet’leri bize bu gerçeği açıkça bildirir:
“Eğer onlara-gökleri ve yeri kim yarattı?- diye soracak olursan, mutlaka “Allah” diyeceklerdir”
(Zümer: 39/38)
“De ki; “Biliyorsanız, söyleyiniz bakalım, dünya ve üzerindeki varlıklar kime aittir?” Mutlaka “Allah’a aittir” diyeceklerdir. De ki; “O halde niye bunu düşünüp değerlendirmiyorsunuz?” Yine onlara “Yedi kat göğün ve Arş’ın Rabb’i kimdir?” diye sor. Sana “Bunlar Allah’a aittir” diyeceklerdir. De ki; “Ondan niçin korkmuyorsunuz?” Yine onlara “biliyorsanız, söyleyiniz bakalım, her şeyin egemenliği kimin elindedir? Her şeyi koruyup gözettiği halde koruyucu ve gözeticisi olmayan kimdir?” diyeceklerdir. De ki: “O halde niçin aldanıyorsunuz?” (Mü’minun: 23/84-89)
“O size kendi hayatınızdan bir örnek gösterdi. Bakınız bakalım, eliniz altındakiler arasında verdiğimiz rızıklarda size ortak olanlar, sizinle eşit düzeyde söz sahibi, özünüzden sakınır gibi çekindiğiniz kimseler var mı?” (Rum: 30/28)

Şefaat Meselesi

Müşrikler, Allah’a ortak saydıkları ilahlarını sadece Allah’a yaklaştırıcı birer aracı olarak kabul ederler. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bu gerçeği aşağıdaki ayet’lerde şöyle açıklıyor:
“Onun dışında veliler edinerek “Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” diyenlere gelince, hiç şüphesiz Allah, onların aralarında ayrılığa düştükleri konuda hüküm verecektir” (Zümer: 39/3)
“Yoksa Allah dışında bir takım aracılar (şefaatçiler) mi edindiler? De ki; Bu şefaatçılar hiç bir şeye güçleri yetmeyen ve düşünemeyen şeyler olsalar da mı onları aracı edineceksiniz?” De ki; “Şefaat yetkisi tümü ile Allah’a aittir. Göklerin ve yerin egemenliği O’nun elindedir” (Zümer: 39/44)
“Allah’ı bırakıp kendilerine ne faydası ve nede zararı olmayan şeylere tapıyorlar ve “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar. De ki “Allah’a, göklerde ve yerde O’nun bilmediği birşeyi mi haber veriyorsunuz?” (Yunus: 10/18)
“Ben niçin beni yaratana tapmayayım? Hepiniz O’na döndürüleceksiniz. Ondan başka ilahlar edinir miyim hiç? Eğer esirgeyici Allah bana bir zarar vermeyi dilese, bu ilahların ne şefaatleri bana fayda sağlayabilir ve nede beni kurtarabilirler”.
O taktirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben hepinizin Rabb’i olan Allah’a inandım, gelin beni dinleyiniz” (Yasin: 36/22-25)
“Andolsun ki, sizi ilk yarattığımız gibi, yine tek başına olarak bize geldiniz ve dünyada size verip de hayaline daldırdığımız şeyleri de arkanızda bıraktınız. Hani bizim ortaklarımız olduklarını sandığınız aracılarınızı da yanınızda görmüyoruz. Bakınız işte, onlarla ilişkiniz kesilmiş, ilah sandığınız şeyler sizden uzaklaşıp kaybolmuştur” (En’am: 6/94)
“Allah’dan başka ne bir veliniz ve nede bir şefaatçınız yoktur” (Secde: 32/4)
“Rabb’lerinin huzurunda toplanacaklarına inanıp da bu durumdan korkanları uyar ki, O’ndan başka ne bir velileri ve nede şefaatçileri yoktur. Bu hususta onları uyar ki, belki çekinirler” (En’am: 6/51)
Bu konuda insanlar, görüş bakımından ikisi aşırı kutuplar ve birisi de orta yol yolcuları olmak üzere üçe ayrılırlar:
1- Müşrikler, sapık hıristiyan ve yahudileri ile bu ümmetin bazı bid’atçıları Kur’an’ın karşı çıktığı bir şefaatın varlığına inanırlar.
2- Haricilerle ile Mutezile akımı yanlıları Rasulullah’ın (s.a.v.) ümmetinin büyük günahkarlarına şefaatçı olacağını reddederler Hatta bid’atçıların bir kesimi insanın başkasının şefaatinden ve duasından yarar sağlayabileceğini kabul etmezler.Tıpkı ölü adına sadaka vermenin ve oruç tutmanın ona fayda sağlamayacağına inandıkları gibi. Bu görüşün taraftarları aşağıdaki ayet’leri delil gösterirler:
“Ey mü’minler, ne alış+verişin, ne dostluğun ve nede şefaatın işe yaramayacağı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan harcayanız” (Bakara: 2/254)
“O gün zalimler ne bir dost ve nede sözü geçer bir şefaatçi bulamayacaklardır” (Mü’min: 40/18)
3- Bu ümmetin öncü ve önderleri ile onların yolundan giden “Ehl-i Sünnet” bağlılarına gelince bunlar gerek Rasulullah’ın (s.a.v.) ümmetinin bazı büyük günahkarlarına şefaat edeceğine, gerek bunun dışındaki şefaat yetkisine ve gerekse diğer bazı peygamber ve meleklerin şefaat edeceklerine inanırlar.
Ayrıca onlara göre hiç bir “Ehl-i Tevhid (gerçek anlamda Allah’a inanan kimse)” ebedi olarak cehennemde kalmaz. Bunun yanında ölünün başkasının duasından, şefaatından ve kendi adına verilecek sadakadan yarar sağlayacağına, çünkü bunların hep Hadis’lerle sabit olduklarına inanırlar. Hatta alimler arasında geçerli olan iki zıt görüşten birine göre oruç da böyledir.
Yalnız bu kesimin görüşüne göre şefaatçı kimse başkası adına dua edip dilekte bulunabilir, ama yaptığı şefaatın yararlı olabilmesi, Allah’ın iznine bağlıdır. Bu görüşlerini şu deliller ile savunurlar. Her şeyden önce Cenab-ı Allah (c.c.) aşağıdaki ayet’lerde şöyle buyuruyor:
“O’nun izni olmadan kim O’nun katında şefaat edebilir?” (Bakara: 2/255)
“Göklerde nice melek var ki, onların şefaatleri hiç bir fayda sağlamaz. Meğer ki, bu şefaat Allah’ın dilediklerine izin vermesinden ve razı olmasından sonra olsun”
(Necm: 53/26)
Öteyandan Buhari’nin bildirdiğine göre Kıyamet günü, insanlar Adem’den (a.s.) başlayarak sırası ile Nuh (a.s.), İbrahim (a.s.), Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) gibi en seçkin peygamberlerden şefaat dileğinde bulunup da talebleri reddedildikten sonra önceki ve sonraki tüm günahlarının peşinen affedildiği bildirilen Rasulullah’a (s.a.v.) baş vuracaklardır. Hadis’in devamını bizzat Rasulullah’tan (s.a.v.) dinleyelim:
“Bunun üzerine Rabbimin huzuruna giderim. O’nu görür görmez secdeye kapanır ve O’na şu anda dile getiremeyeceğim övgülerle hamdederim. O anda bana şöyle buyurur; “Ey Muhammed, başını secdeden kaldır ve söyle, ne söylersen dinlenecektir. Dile, ne dilersen verilecektir. Şefaatçi ol, şefaatçiliğin kabul edilecektir”. Rabb’imin bu sözleri sona erince kendisine “Ya Rabbi, senden ümmetimin bağışlanmasını istiyorum” diyeceğim. Bunun üzerine Allah, ümmetimin oluşturduğu kalabalık arasından hudutlarla çizerek belirlediği bir kesim ayırır, ben de onları cennete koyarım”288
(288) Buhari Tevhid: 7410; Müslim İman: 193;
Ahmed: 3/144.
Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“De ki; Allah’dan başka ilah olduklarını sandığınız şeyleri çağırın bakalım. Onlar başınıza gelen belayı ne giderebilirler ve nede başka bir tarafa yöneltebilirler.
O yalvardıkları da, onların Allah’a en yakın olanları da Rabb’lerine yanaşabilmek için vesile ararlar, O’nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabb’inin azabı gerçekten korkunçtur”(İsra: 17/56-57)
Bazı ilk dönem (selef) tefsircileri yukardaki ayet’leri açıklarken şöyle diyorlar: “Vaktiyle bazı kavimlerin dua ederken azizlerden, Mesih’den ve meleklerden medet ummaları üzerine Allah (c.c.) bu ayet’leri indirerek kendilerinden medet umulan bu şahsiyetlerin de Allah’a yaklaşmak için uğraştıklarını, O’nun rahmetini umarak azabından korktuklarını haber vermiştir”.
Buhari’de belirtildiğine göre bir gün sahabilerden Ebu Hüreyre (r.a.) Rasulullah’a (s.a.v.):
“Ya Rasulallah! Kıyamet günü senin şefatine mazhar olma bahtiyarlığına ermesi en muhtemel kimse kimdir?” diye sordu. Rasulullah (s.a.v.) da Ebu Hüreyre’ye (r.a.) şu karşılığı vermiştir:
“Ey Ebu Hüreyre, Hadis’e karşı olan düşkünlüğünü bildiğim için bu konuyu senden önce bana hiç kimsenin sormayacağını tahmin etmiştim zaten. Kıyamet günü benim şefaatime mazhar olmaya en yakın kişi, sırf Allah rızası için “la ilahe illallah” diyen kimsedir”29
(289) Buhari İlim: 99; Ahmed: 2/373.
Demek ki, kul ne derece ihlaslı ise o derece şefaate layık olur. Buna karşılık kim bir mahluka gönül bağlar, onu umut ve korku kaynağı diye bellerse şefaatten en uzak kişi olur.
Sebebine gelince bir yaratılmışın başka bir yaratılmışa şefaat etmesi, şefaatcinin şefaati kabul edecek kimsenin iznini almaksızın şefaat isteyene yardım etmesi şeklinde olur. Hatta şefaati kabul edecek kimse şefaatçiye ya muhtaç olduğu veya ondan çekindiği için şefaatçinin ricasını kabul e-der. Oysa Allah’ın hiç bir varlığa ihtiyacı yoktur. Varlıkların tümünü istediği gibi ve tek başına olarak çekip çeviren O’dur. Bu yüzden o izin vermedikçe hiç bir şefaatçi ortaya çıkamaz. Şefaatçiye izin veren de yapılacak şefaat dileğini kabul edecek olan da O’dur. Tıpkı önce kulunun kalbine dua etmeyi ilham edip de sonra bu duayı kabul ettiği gibi. Kısacası, her şey O’nun elindedir.
Kul, eğer insanlar arasından bir şefaatçı ararsa belki gözüne kestirdiği şefaatçı kendisine şefaatçı olmak istemez. Şefaatçı olmayı kabul etse de ya Allah onun şefaatçı olmasına izin vermeyebilir veya şefaatini kabul etmeyebilir.
Bilindiği gibi Allah’ın en üstün kulları sırasıyle Rasulullah’la (s.a.v.) İbrahim’dir (a.s.). Oysa Rasulullah (s.a.v.), amcası Ebu Talib’e290
“Eğer önüme yasak konmaz ise mutlaka senin af edilmeni dileyeceğim”
dediği halde bu dileğinden vazgeçirildi. Yine bazı münafıkların cenaze namazını kılan ve onlar için dua eden Rasulullah’a (s.a.v.) bizzat Cenab-ı Allah (c.c.)
“Onlardan ölen bir kimse üzerine katiyyen namaz kılma ve mezarı başında da durma” (Tevbe: 9/94)
diye uyarmıştır. Yine Allah, kendisine “Eğer onlar için yetmiş kere af dilesen bile Allah onları affetmez” ayet’ini indirince
“Eğer yetmiş kereden çok af dilediğim takdirde affedileceklerini bilsem öyle yapardım”291
demesi üzerine bu defa
“Onlar (münafıklar) için af dilesen de dilemesen de aynıdır. Allah onları asla affetmez” (Tevbe: 9/80)
ayet-i inmiştir.
(290) Buhari Menakıb: 3883; Müslim İman:24.
(291) Buhari Cenazeler: 1366.
Öteyandan Cenab-ı Allah (c.c.) İbrahim (a.s.) hakkında da şöyle buyurmuştur:
“İbrahim’den korku gidip kendisine müjde gelince Lut kavmi hakkında bizimle mücadele etmeye başladı. Çünkü İbrahim gerçekten yumuşak huylu, yufka yürekli ve yüz tutup yalvaran bir kişidir” (Hud: 11/74-75)
Yine aynı İbrahim (a.s.)
“Ey Rabbimiz, hesaplaşma günü ana-babamı ve mü’minler affeyle”
şeklinde bir vaadde bulunup, da babasının affedilmesini dileyince Allah, onun için şöyle buyurmuştur:
“İbrahim ile onunla birlikte onlarda sizin için çok güzel bir örnek var. Onlar kavimlerine “Biz gerek sizden ve gerekse Allah dışında taptığınız putlardan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret vardır” dediler. Yalnız İbrahim babasına “senin için Allah’dan af dileyeceğim” dedi” (İbrahim: 14/60)
Cenab-ı Allah (c.c.) bu konudaki ilkeyi Kur’an’ın başka bir yerinde şöyle ifade ediyor:
“Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları kesinlikle belli olduktan sonra Allah’a ortak koşanlar için af dilemek, ne peygamberin ve nede mü’minlerin yapacağı bir iş değildir.
İbrahim’in babası için af dilemesi, sırf ona verdiği sözden dolayı idi. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle görünce ondan uzaklaşıverdi”
(Tevbe: 9/113-114)
Kısacası Allah’ın (c.c.) ortaksız bazı hakları ve peygamberlerin rakipsiz bazı hakları gibi mü’minlerin de mü’minler üzerinde bazı hakları vardır. Nitekim Buhari ile Müslim’de belirtildiğine göre sahabilerden Muaz b. Cebel şöyle diyor:
“Bir defasında Rasulullah’la (s.a.v.) birlikte yolculuktaydık. O devenin önüne ben de arkasına binmiş gidiyorduk. Bir ara bana
“Ya Muaz, Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?”
diye sordu. Kendisine; “Allah ve Rasulü bilir” diye karşılık vermem üzerine
“Ya Muaz, Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı O’na ibadet etmeleri ve kendisine hiç birşeyi ortak etmemeleridir. Peki, kullar bu görevlerini yaptıkları takdirde Allah üzerinde hakları nedir, biliyor musun?”
dedi. Kendisine; “Allah ve Rasulü bilir” diye karşılık verince:
“O takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı onları azaba çarptırmamasıdır”
dedi.292
(292) Buhari Cihad: 2856; Müslim İman: 30.
Demek ki, Allah kendisine hiç bir ortak koşulmaksızın ibadet edilmeye müstahaktır. Tüm peygamberlerin insanlara iletilmekle görevlendirildikleri ve ilahi kitapların biricik iniş gerekçesi olan “Tevhid inancı” nın özü ve temel ilkesi budur. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bu gerçeği aşağıdaki ayet’lerde şöyle açıklıyor:
“Senden önce göndermiş olduğumuz peygamberimize sor bakalım. Acaba Rahman olan tek Allah’dan başka tapılacak bir ilah belirledik mi?” (Zuhruf: 43/43)
“Senden önce gönderdiğimiz hiç bir peygamber yok ki, kendisine “Benden başka ilah yoktur, bana kulluk ediniz” diye vahyetmiş olmayalım” (Enbiya: 21/25)
“Biz her ümmete “Allah’a ibadet ediniz ve Tağut’tan uzak durunuz” diyen birer peygamber gönderdik”
(Nahl: 16/36)
Sırf Allah’dan korkmak, başka hiç kimseden çekinmemek de bu ilkenin kapsamı içindedir. Nitekim Cenab+ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Kim Allah’a ve Rasulullah’a itaat eder, Allah’dan korkar, O’ndan çekinirse işte kurtuluşa erenler bunlardır” (Nur: 24/52)
Görüldüğü gibi, ayet’te “itaat” hem Allah ve hem de Rasulullah (s.a.v.) için söz konusu edilmiştir. Tıpkı şu ayet’te olduğu gibi:
“Peygamber size ne verdi ise onu alınız ve size neyi yasakladı ise ondan kaçınınız” (Haşr: 59/7)
Demek ki, “Haram” Rasulullah’ın (s.a.v.) haram kıldığı, “Helal” Rasulullah’ın (s.a.v.) helal olduğunu söylediği ve “Din” de Rasulullah’ın (s.a.v.) meşru kıldıklarıdır.
Fakat Cenab-ı Allah “Bize Allah kafidir, dediler” diye buyurarak “yeterli saymayı” sadece kendisine özgü kılmıştır. Yani “Bize Allah ve Rasulü kafidir, dediler” buyurmamıştır. Aynı ilkeyi seslendiren bir başka ayet de şöyledir:
“Onlar ki, halk kendilerine “düşmanlarınız size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkunuz” deyince bu söz onların imanlarını arttırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dediler” (Al-i İmran: 3/173)
Aynı anlamı değişik bir ifade ile vurgulayan bir başka ayet de şudur:
“Ey Peygamber, Allah, sana ve sana bağlı olan mü’minlere yeter” (Enfal: 8/64)
Az yukardaki ayet-i okumaya devam edersek “Yakında bize Allah kereminden verecek, Rasulü de” buyurulduğunu görüyoruz. Dikkat edersek Allah “Kerem”i sırf kendine özgü kılarken “verme” eylemini yine Rasulullah (s.a.v.) için de kullanmıştır. Bu demektir ki, Rasulullah’ın (s.a.v.) mübah saymadığı hiç bir şey mübah kabul edilemez. Yani herkes elinden gelen her şeyi almak (yapmak) yetkisinde değildir. Ancak şeriatın mübah ilan ettiği şeyleri almak ve yapmak serbest olabilir. Ayet’in son kısmı “Biz sadece Allah’a rağbet ederiz” şeklindedir. Yani “Rağbet etmek” sırf Allah için söz konusudur, başka hiç kimseye yöneltilemez. Tıpkı şu ayet’te buyurulduğu gibi:
“O halde boş zaman bulunca kalk ibadet et ve yalnız Rabb’ine rağbet et” (İnşirah: 94/7-8)
Bilmek gerekir ki, Cenab-ı Allah (c.c.) hiç kimseye her hangi bir varlıktan bir şey istemeyi kesinlikle emretmemiştir. Bazı durumlarda bunu mübah kıldığı olmuştur, ama hiç bir zaman böyle bir şeyi emretmemiştir. Tersine kul için en yerinde tutum, Allah’dan başka hiç kimseden hiç bir şey istememektir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) İbn-i Abbas’a
“Bir şey isteyeceğin zaman Allah’dan iste ve sığınacağın zaman da Allah’a sığın”293
buyurmuştur.
(293) Tirmizi Sünen: 2516.
Allah, “kendisine güvenilecek” “kendisinden yardım istenecek”, “Yalvarılacak”, “korkulacak”, “umut bağlanacak”, “kulluk edilecek”, “kalplerin yöneleceği”, “Her kımıldama ve güç belirtisinin kaynaklandığı”, “Kendisinden yine kendisine baş vurulabilecek” olan yegane mercidir. Kur’an baştan sona kadar bu temel ilkeyi vurgular. Öteyandan Rasulullah (s.a.v.) da “itaat edilecek”, “sevilecek”, “Hoşnut olunacak”, “Hükümlerine boyun eğilecek”, “Desteklenecek”, “Onurlandırılacak”, “İzinden gidilecek”, “Kendisine ve getirdiklerine inanılacak” bir mercidir. Bu hususta da bir kaç örnek ayet okuyalım:
“Kim Peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa: 4/80)
“Biz hiç bir Peygamberi, Allah’ın izni ile itaat edilmekten başka bir amaçla göndermiş değiliz”
(Nisa: 4/64)
“Oysa Allah’ı ve Peygamberi hoşnud etmeleri daha yerinde olurdu” (Nahl: 16/36)
“De ki, eğer babalarımızı, oğullarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, hısım-akrabanızı, kazandığınız malları, düşmesinden çekindiğiniz ticaretinizi, hoşunuza giden evlerinizi Allah’dan, Rasulullah’tan ve Allah yolunda Cihad etmekten daha çok seviyorsanız Allah’ın hakkınızdaki hükmü üzerinizde gerçekleşmesini bekleyiniz”
(Tevbe: 9/24)
Öteyandan Buhari ile Müslim’in belirttiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Şu üç haslet kimde bulunursa imanın tadını hisseder:
1- Allah’ı ve Rasulullah’ı, bu ikisi dışındaki her şeyden daha çok sevmek,
2- Sırf Allah için bir kimseyi sevmek,
3- Allah kendisini kafirlikten kurtardıktan sonra tekrar oraya dönmekten, ateşe atılmaktan çekinir gibi çekinmek”294
(294) Buhari İman: 16; Müslim İman: 43.
Yine bir gün Rasulullah (s.a.v.):
“Varlığımı elinde tutan Allah’a yemin ederek söylüyorum ki, herhangi biriniz beni evladından, ana-babasından ve diğer tüm insanlardan daha çok sevmedikçe mü’min olamaz”295
buyurunca Ömer (r.a.):
“Ya Rasulallah! Seni kendim dışında kalan her şeyden daha çok seviyorum” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) Ömer’e (r.a.):
“Hayır, ya Ömer, beni kendinden de çok sevmedikçe olmaz”
buyurdu. Arkasından Ömer (r.a.):
“Seni kendimden de çok seviyorum” deyince Rasulullah (s.a.v.) kendisine
“İşte şimdi oldu, ya Ömer”296
diye cevap verdi. Sözlerimizin burasında aşağıdaki ayet’leri okumanın tam sırasıdır:
“De ki; “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin”
(Al-i İmran: 3/31)
“Biz seni ümmetine canlı örnek, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik”
Ta ki, Allah’a ve Peygambere inanasınız, O’nun dinini destekleyesiniz, O’na saygı gösteresiniz ve sabah-akşam Allah’ı tesbih edip şanını yüceltesiniz”
(Fetih: 48/8-9)
(295) Buhari İman: 58; Müslim İman: 69.
(296) Buhari Yemin ve Adaklar: 6632.
Bu ayet’lerden açıkça anlaşılıyor ki, “iman etmek” hem Allah ve hem de Peygambere, “Desteklemek” ve “saygı göstermek” Peygambere, “Tesbih etmek” ve “şanı yüceltmek” ise sırf Allah’a özgüdür.
Allah, Rasulullah’ı (s.a.v.) bu “Tevhid” inancını gerçek kimliğine kavuşturmak, yabancı unsurlardan arındırmak ve gündelik konuşmalarda rastlanan bazı denetimsiz deyimlere varıncaya kadar müşrikliğin hertürlü tezahürüne karşı çıkmak için görevlendirip gönderdi. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) bir defasında sahabileri
“Sakın “Allah ve Muhammed diledikçe” demeyiniz. Bunun yerine “Önce Allah ve sonra Muhammed diledikçe” deyiniz”297
diye uyardı. Yine bir gün adamın birini kendisine “Allah ve sen diledikçe” diye hitap eden bir adamı
“Beni Allah’a eş mi koşuyorsun? Öyle diyeceğine “Tek başına Allah diledikçe” de”298
diye azarlamakta geri kalmamıştır.
(297) İbn Mace Kefaret: 2118; Zevaid; Darimi: 2/295;
Ahmed Müsned: 5/7, 239.
(298) Ahmed Müsned: 1/214-224-283-347.
Allah’ın kullar tarafından yapılmalarını meşru kıldığı bütün ibadetler, ön şart olarak “dini tümü ile sadece Allah’a yöneltmiş olma” ilkesini içerirler. Ancak o zaman aşağıdaki ayet gerçekleşebilir:
“Oysa onlara sadece dini yalnız Allah’a yönelterek ve Allah’ı tek bilerek O’na ibadet etmeleri, namaz kılmaları ve zekat vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru din budur” (Beyyine: 98/5)
Yine namaz sırf Allah için, sadaka sırf Allah için, oruç sırf Allah için ve hac hem sırf Allah için ve hem de sırf Allah’ın evi olan Kabe’yi ziyaret ederek yapılacaktır. Başka türlü söylersek hacca gitmekten maksad, Allah tarafından ibadet yeri olarak belirlenen belirli yerlerde sırf Allah’a ibadet etmektir. Bundan dolayı hac tek Allah’a inananların sembolü olarak bilinegelmiştir. Nitekim bazı klasik tefsir bilginleri Kur’an’da geçen “Tek Allah inancının bağlıları” deyimini “Beytullah’ı ziyaret edenler” diye açıklamışlardır. Çünkü yahudiler ile hıristiyanlar ne vaktiyle ve nede şimdi Beytullah’ı ziyaret etmezler.
Yine bu klasik dönem tefsircilerinin belirttiklerine göre
“Kim İslam’dan başka bir dinin peşine düşerse bilsin ki, bu dini Allah kabul etmez”
ayet-i inince yahudiler ile hıristiyanlar
“Bizim dinimizin adı İslam’dır, bu anlamda biz müslümanız” (Al-i İmran: 3/85)
diye konuşmaya başladılar. Arkasından
“Yolculuğuna gücü yeten herkesin Beytullah’ı ziyaret etmesi (hacca gitmesi) Allah’ın insanlara yüklediği bir görevdir”
ayet-i inip de yahudiler ile hıristiyanların “Beytullah’ı ziyaret etmesek olmaz mı?” demeleri üzerine bu ayet’in devamı olarak Allah
“Kafir olanlara gelince hiç şüphesiz, Allah tüm varlıklardan müstağnidir” (Al-i İmran: 3/97)
buyurmuştur.
Bilmek gerekir ki, Allah’ın “Kim İslam’dan başka bir dinin peşine düşerse bilsin ki, bu dini Allah kabul etmez” ayet’inde dile gelen uyarı, eski-yeni bütün dönemlerin insanlarına yönelik ortak bir ilkeyi içerir. Bu ilkeye göre “İslam Dini”, Allah’ın tüm peygamberleri tarafından getirilmiş ve eski-yeni bütün mü’min kullarının benimsemiş oldukları ortak bir dinin adıdır. Nitekim Allah Kur’an’da yeryüzü halkına göndermiş olduğu ilk elçileri arasında yer alan Nuh, İbrahim, Yakub, Musa ve Süleyman gibi peygamberleri ve onlara inananları “müslümanlar” olarak nitelemektedir. Aşağıda bu konudaki ayet’lerin başlıcalarını okuyacaksınız:
“Onlara Nuh’un başından geçenleri anlat: Hani o kavmine dedi ki: “Ey kavmim, eğer binim ortaya çıkışım ve size Allah’ın ayet’lerini hatırlatmam size ağır geldi ise, biliniz ki, ben Allah’a güveniyorum; siz de ortaklarınızla birlikte biraraya gelip ne yapacağınızı kararlaştırınız ki, yapacağınız şey başınıza dert açmasın. Sonra da bana hiç bir mühlet tanımaksızın aleyhimde vermiş olduğunuz kararı uygulayınız.
Eğer benim çağrıma yüz çevirecek olursanız, biliniz ki, ben sizden hiç bir ücret istemiş değilim. Benim mükafatımı sadece Allah vrecektir. Bana müslümanlardan olmak emredildi” (Yunus: 10/71-72)
“Kendini bilmezlerin dışında kim İbrahim’in dininden yüz çevirir ? Biz İbrahim’i seçkin kıldık, o hiç şüphesiz ahirette de salihler arasındadır.
Hani Rabb’i O’na “İslam ol” deyince o da “Alemlerin Rabbine teslim oldum” dedi.
İbrahim ve Yakub bu inancı oğullarına da tavsiye ederek “Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti. Buna göre mutlaka müslüman olarak ölünüz” dediler.
Yoksa Yakub ölmek üzereyken yanında mıydınız? Hani O oğullarına “Benden sonra kime tapacaksınız?” diye sorunca oğulları kendisine “Gerek senin ve gerekse ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahları olan tek Allah’a kulluk edeceğiz. Biz O’na teslim olanlarız” dediler”
(Bakara: 2/130-133)
Kur’an bize Yusuf’un (a.s.) şu duasını nakleder:
“Ey Rabb’im, sen bana egemenlik verdin ve rüya yorumlamayı öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada da ahirette de benim dostum, dayanağım sensin. Beni müslüman olarak öldür ve salihler arasına kat” (Yusuf: 12/101)
“Hani Musa kavmine dedi ki: “Eğer gerçekten Allah’a inanıp müslüman olduysanız, sadece O’na güveniniz”
(Yunus: 10/84)
Cenab-ı Allah (c.c.) Beni İsrail peygamberleri hakkında da şöyle buyuruyor:
“Biz Tevrat’ı indirdik. O yol gösterici ve nur dolu bir kitaptır. İslam olmuş peygamberler, ona göre yahudiler arasında hüküm verirlerdi. Kendilerini Allah’a adamışlar ile zahidler de bu Allah’ın kitabından edindikleri bilgelere göre hüküm verirlerdi. Onlar o kitabın canlı örnekleri idiler. Buna göre insanlardan değil, benden korkunuz ve sakın benim ayet’lerimi basit paralar karşılığında satmayınız. Allah’ın indirdiğine göre hükmetmeyenler, kafirlerin ta kendileridirler” (Maide: 5/44)
Kur’an’da Saba melikesi Belkıs’ın Allah’a şöyle yalvardığı naklediliyor:
“Ey Rabb’im, ben kendi kendime zulmetmişim, Şimdi Süleyman ile birlikte alemlerin Rabbine teslim oluyorum” (Neml: 27/44)
Cenab-ı Allah (c.c.) İsa’nın (a.s.) ümmeti adına şöyle buyuruyor:
“Hani İsa’nın havarilerine “Bana ve Peygamberlerime iman ediniz” diye vahyetmiştim de onlar da “İnandık müslüman olduğumuza şahid ol” dediler”
(Maide: 5/111)
Yine havarilerle ilgili olan başka bir ayet’te de şöyle buyuruluyor:
“Ey Rabb’imiz, indirdiğin kitaplara inanıyor ve Peygamberin izinden gidiyoruz. Bizi de şahidler arasında yaz” (Maide: 5/83)
Cenab-ı Allah (c.c.) bir başka ayet’te şöyle buyuruyor:
“Yüzünü Allah’a döndürüp iyi ameller işleyen ve İbrahim’in doğru yoluna bağlanan kimseden daha güzel dinlisi kim olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti”
(Nisa: 4/125)
Aşağıdaki ayet’lerde de şöyle buyuruluyor:
“Dediler ki, “Yahudi ve hıristiyanlardan başka hiç kimse cennete giremeyecektir” Bu onların kuruntusudur. Dedi ki; “Eğer doğru söylüyorsanız, delilinizi gösteriniz”
Hayır, öyle değil. Kim iyi ameller işler ve yüzünü Allah’a döndürürse Rabbi katında mükafatını alır. Böyleleri için korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmeyecekler de” (Bakara: 2/111-112)
Buradaki “Yüzü Allah’a döndürmek” kulun kalbini sırf Allah’a yönelterek ibadet etmesi ve “İyi amel işlemek” de Allah’ın emirlerine uygun ve şeriatte yeri olan salih ameller yapması anlamında yorumlanmıştır. Gerçekten bu iki ilke, yani sırf Allah’a ibadet etmek ve ibadetleri bid’atlere saparak değil de şeriata uygun biçimde yapmak, İslam dininin bütün diğer ilkelerini de kapsamlarına alan ana ilkelerdir. Bunun böyle olduğundan emin olmak için sırf şu ayet-i okumak yeterlidir.
“Kim Rabbine kavuşmayı isterse salih ameller işlesin ve Rabbi için yaptığı ibadetlere başka hiç kimseyi ortak etmesin” (Kehf: 18/110)
Nitekim bize ulaşan bilgilere göre Ömer’in (r.a.) sık sık yaptığı dualardan biri şöyle idi; “Ya Rabbi, işlediğim tüm amelleri salih kıl, onların sırf senin rızan için işlenmiş, halis ameller olmalarını nasip eyle. Onlara hiç kimsenin ortak olmasına meydan verme”.
Fudayl b. Iyaz
“Allah hanginiz daha güzel amel yapacaksınız diye sizi deneyden geçirmek için hayatı ve ölümü yarattı”
ayet’ini açıklarken “Yani en ihlaslı ve doğru ameli” dedi. Bu sözlerini işiten arkadaşları “Ya Ebu Iyaz, en ihlaslı ve doğru amel derken neyi kasdediyorsunuz?” deyince sözlerini şöyle açıkladı; “Yapılan amel eğer ihlaslı olur, fakat doğru olmaz ise kabul edilmez. Buna karşılık eğer amel doğru olur, fakat ihlaslı olmaz ise yine kabul edilmez. Yapılacak amelin kabul edilmesi için hem ihlaslı ve hem de doğru yapılmış olması gerekir. İhlaslı amel, sırf Allah rızası gözetilerek yapılan amel ve doğru amel de Sünnet’e uygun olarak yapılan ameldir”.299
(299) Ebu Nuaym Hilye İbrahim: 8/95.

Şehadet Kelimesinin Özü

Bu iki temel ilke İslam’ın özünü oluşturan “şehadet cümleleri”ne gerçeklik kazandırır. Yani Allah’dan başka ilah olmadığını ve Rasulullah’ın (s.a.v.) Allah’ın Rasulü olduğunu ifade eden şehadet cümlelerine.
Çünkü Allah’dan başka ilah olmadığına şehadet etmek, ilahlığı sadece Allah’a isnad etmek anlamına gelir. Buna göre bu cümleyi dile getiren bir insan kalbinin ne sevgi, ne korku, ne umut ne yüceltme, ne büyük sayma, ne rağbet ve ne de çekinme yolu ile başka bir şeyi ilah edinmemesi gerekir. Bunun tersine kesinlikle dinin tümü ile Allah’a yöneltmesi icabeder. Tıpkı Cenab-ı Allah’ın (c.c.) şu ayet’te buyurduğu gibi:
“Fitne (kargaşalık ve bozgunculuk) tamamen ortadan kalkıp da din tümü ile Allah’a ait hale gelinceye kadar kafirlerle savaşınız” (Enfal: 8/39)
Öteyandan Tirmizi’de yer alan bir Hadis’e göre Rasulullah (s.a.v.) dinin kemale ermesini şöyle tanımlıyor:
“Kim Allah için sever, Allah adına nefret eder, Allah için verir ve Allah için vermekten kaçınırsa İmanını kemale erdirmiş olur”300
(300) Ebu Davud: 4679; Tirmizi Kıyamet: 2521;
Ahmed Müsned: 3/438-440.
Buna karşılık eğer bir kısmı Allah’a ve bir kısmı da başkasına ait sayılırsa ortada, “başkasına” ayrılan pay oranında şirk (müşriklik) var demektir. Başka türlü söylersek mü’minlerin sevgileri ya Allah’a dönüktür veya Allah içindir. Buna karşılık müşriklerin sevgisi Allah için başkaları arasında bölüştürülmüştür. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
“Kimi insanlar Allah’a Allah’ın dışında eşler koşarlar ve bu eş koştukları şeyleri Allah’ı sevdikleri gibi severler. Mü’minler ise en çok Allah’ı severler”
(Bakara: 2/165)
Rasulullah’ın (s.a.v.) Allah’ın Rasulü olduğunu dile getiren ikinci şehadet cümlesi Rasulullah’ı (s.a.v.) haber verdiği her konuda onaylamayı ve verdiği tüm emirleri yerine getirmeyi içerir. Onun var saydığı her şeyi var kabul etmek ve O’nun karşı çıktığı her şeye karşı olmak gerekir. Bunun sonucu olarak Rasulullah (s.a.v.) Allah için hangi isim ve sıfatları sabit gördü ise insanlar da sabit saymalı, buna karşılık o Allah’a hangi isim ve sıfatları yakışıksız gördü ise “yaratıklara benzemek gibi” insanlarda o tür isim ve sıfatları Allah’a yakıştırmaktan kaçınmalıdırlar. Ancak o zaman “tadil (yok sayma)” ve “temsil (benzetme)” tehlikelerinden uzak kalarak “benzetmesiz var sayma” ve “yok saymasız arandırma” özelliklerini senteze kavuşturmuş hayırlı bir inanç sistemine sahip olabilirler.
Buna bağlı olarak insanlar Rasulullah’ın (s.a.v.) emrettiklerini yapmalı, yasakladıklarını yapmaya son vermeli, O’nun helal dediklerini helal bilip haram saydıklarını haram kabul etmelidirler. Başka bir biçimde söylersek Allah’ın ve Rasulullah’ın (s.a.v.) haram saydıklarından başka haram ve Allah ile Rasulullah’ın (s.a.v.) meşru kıldıklarından başka din olamaz. Unutmayalım ki, Cenab-ı Allah (c.c.) Kur’an’ın bir çok yerinde bunun tersini yaptıkları gerekçesi ile müşrikleri kınamaktadır. Yani müşrikler Allah’ın haram kılmamış olduğu bazı şeyleri haram saymakta ve Allah’ın izin vermemiş olduğu biçimde bir din ortaya sürmektedirler. Örnek olarak şu ayet’leri okumalıyız:
“Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a pay ayırdılar ve zanlarınca “Bu Allah’a ve bu da ortak koştuklarımıza” dediler. Ortak koştuklarına ayırdıkları paylar Allah’a ulaşmazken Allah’a ayırdıkları paylar ortak koştuklarına düşüyor. Verdikleri hükümler ne kadar fenadır!
Zanlarınca dediler ki; “Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediklerimizden başkası yiyemez. Bunlar da sırtların binilmesi yasak hayvanlardır. Bazı hayvanları da Allah’ın adını anmaksızın boğazlarlar. Bütün bunları Allah’a iftira olarak ortaya attılar. Fakat Allah yakında onlara bu iftiralarının cezasını verecektir” (En’am: 6/136-138)
Bir de şu ayet-i incelemeliyiz:
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği biçimde din ortaya koyan ortak ilahları mı var?” (Şuara: 26/21)
Öteyandan Cenab-ı Allah (c.c.) Kur’an’da Rasulullah’a (s.a.v.) şöyle seslenmektedir:
“Ey Peygamber, biz seni şahid (örnek), müjdeleyici, uyarıcı, izni uyarınca Allah’a çağırıcı ve aydınlık saçıcı bir kandil olarak gönderdik” (Ahzab: 33/45)
Görüldüğü gibi Cenab’ı Allah (c.c.) Rasulullah’ı, kendi izni ile insanları kendisine çağırmakla görevlendirdiğini belirtmektedir.
Buna göre kim Allah’dan başkasına dua eder, ondan bir şey dilerse Allah’a şirk koşmuş olur. Bunun yanında kim Allah’a, “O’nun izin vermediği şekilde” dua ederse o kimse bir bid’atçıdır. Şirk bir tür bid’at olduğu gibi bid’atçılık da git gide şirke götürür. Hiç bir bid’atçı bulunamaz ki, şu veya bir oranda şirke bulaşmamış olsun. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) yahudiler ile hıristiyanlar hakkında buyuruyor ki:
“Allah’ı bir yana bırakarak hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i ilah edindiler. Oysa kendilerine sadece tek Allah’a kulluk etmeleri emredildi. Kendisinden başka ilah olmayan ve onların koştukları ortaklardan münezzeh olan Allah’a” (Tevbe: 9/31)
Yahudiler ile hıristiyanların müşrikliklerinin sebeplerinden biri, ayet’te sözü geçen dini önderlerin haramları helal saydıklarında onlara itaat etmeleri, buna karşılık helalleri de haram sayarken yine o kimselere boyun eğmeleridir. Şimdi de şu ayet-i okuyalım:
“Kendilerine Kitap verilmiş olanlardan Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Rasulullah’ın haram kıldıklarını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle boyun eğerek kendi elleri ile cizye verecekleri zamana kadar savaşınız” (Tevbe: 9/29)
Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah (c.c.) bu kimselerin Allah’a ve ahiret gününe inanmamalarını, Allah’ın ve Rasulullah’ın (s.a.v.) haram kıldıklarını haram saymamak ve hak dini din edinmemekle aynı düzeyde değerlendirerek yanyana almaktadır.
Buna karşılık mü’minler Rasulullah’ın (s.a.v.) Allah ve ahiret günü hakkında anlattıklarını onaylayan, Allah’a ve ahiret gününe inanan; emirleri, yasakları, helal kıldıkları ve haram saydıkları konusunda Rasulullah’a (s.a.v.) itaat eder, Allah’ın ve Rasulullah’ın (s.a.v.) haram kıldıklarını haram sayarak hak dini din edinen kimselerdir. Zaten Allah iyiliği emredip kötülüklerden alıkoysun, temiz şeyleri helal kılıp pis şeyleri haram ilan etsin diye peygamber göndermiştir. Başka türlü söylersek onlara iyi olan her şeyi emredip kötü olan her şeyden kaçınmalarını istemiş, temiz olan bütün şeyleri helal kılarak pis olan bütün şeyleri haram ilan etmiştir.

İslam Terimi

“İslam” terimi teslim olmak, boyun eğmek ve sırf Allah’a yönelmek anlamlarını birlikte içerir. Terimin bu anlamı, Kur’an’ın şu ayet’inde ifadesini bulur:
“Allah puta tapanlarla tek Allah’a inananların durumunu size şu örnekle anlatır: Birbirleri ile çekişen çok sayıda ortakların sahip oldukları biri ile yalnız bir tek kişiye bağlı olan bir adam düşününüz” (Zümer: 39/29)
Demek ki, İslam’ın söz konusu olabilmesi için mutlaka tek Allah’a teslim olmak ve O’nun dışındaki her şeye teslim olmaktan sıyrılmak gerekir. İşte “Lailahe illallah: Allah’dan başka ilah yoktur” cümlesinin asıl anlamı budur.
Buna göre kim Allah ile birlikte bir başka şeye teslim olursa bu kimse müşriktir. Allah ise kendisine ortak koşmayı asla affetmez. Buna karşılık kim Allah’a teslim olmaz ise büyüklenerek O’na kul olmaktan yüz çevirmiş demektir. Cenab-ı Allah (c.c.) böyleleri hakkında şöyle buyuruyor:
“Bana dua ediniz de duanızı kabul edeyim. Büyüklenerek Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler horlanarak cehenneme gireceklerdir” (Mü’min: 40/60)
Elimizde bu ayet’le aynı anlama gelen şöyle bir Hadis vardır. Rasulullah (s.a.v.) bir defasında
“Kalbinde zerre kadar kibirlilik bulunan bir kimse cennete giremez. Buna karşılık kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse de cehenneme girmez”
buyurdu. Bu sözleri dinleyen sahabilerden biri Rasulullah’a (s.a.v.): Ya Rasulallah! Giydiği elbisenin ve ayağındaki ayakkabının güzel olmasını seven birini ele alalım. Bu adamın yaptığı kibir sayılır mı?” diye sordu. Rasulullah (s.a.v.) bu soruya şu cevabı verdi;
“Hayır, sayılmaz. Çünkü Allah güzeldir ve güzelliği sever. Kibirlilik, gerçeği hazmedememek ve insanları küçümsememektir”301
(301) Müslim İman: 91; Ebu Davud Giyim: 4090;
Tirmizi Birr Sıla: 1999.
Yahudilerin ana özelliği kibirlilik ve hıristiyanlarınki ise müşrikliktir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bize yahudileri şöyle tanıtıyor:
“Ne zaman ki, bir peygamber size canınızın istemediği bir şey getirdi ise onu kibirlenerek reddetmediniz mi?”
(Bakara: 2/87)
Buna karşılık hıristiyanları da şöyle tanıtıyor:
“Allah’ı bir yana bırakarak hahamlarını, rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih’i ilah edindiler. Oysa kendilerine sadece tek Allah’a kulluk etmeleri emredildi. Kendisinden başka ilah olmayan ve onların koştukları ortaklardan münezzeh olan Allah’a” (Tevbe: 9/31)
Bundan dolayı Cenab-ı Allah (c.c.) hıristiyanları anlatırken şöyle buyuruyor:
“De ki: “Ey Kitap ehli, gelin aramızda ortak olan bir ilkede anlaşalım: Sadece Allah’a kulluk edelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakarak birbirimizi ilah edinmeyelim” Eğer yüz çevirirlerse “şahid olunuz, biz müslümanız” deyiniz” (Al-i İmran: 3/64)
Yine Cenab-ı Allah (c.c.) İslam’ın ne olduğunu anlatıyor ve bu vesile ile yahudi ve hıristiyanlara hitab ederken şöyle buyuruyor:
“Deyiniz ki; “Biz Allah’a, bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa’ya, İsa’ya verilene ve diğer peygamberlere Rabb’leri tarafından verilene inanırız. Peygamberler arasında ayırım yapmayız. Biz Allah’a teslim olan kimseleriz...
Yoksa siz İbrahim, İshak, İsmail, Yakub ve torunlarının yahudi veya hıristiyan olduklarını mı söylüyosunuz? De ki; “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” Bildiği bir şehadeti Allah’dan gizleyenden daha zalim kim olabilir? Bilesiniz ki Allah yaptıklarınızdan gafil değildir” (Bakara: 2/136-140)
“İslam” terimi ile ifade edilen hak dinin özü bir ve şeriatları (hayatın akışını düzenleyen kurallar sistemi) farklı olduğu için Rasulullah (s.a.v.) sahih bir Hadis’inde şöyle buyuruyor:
“Biz peygamberlerin dini bir olduğu gibi bizler baba bir kardeşleriz. Meryem oğlu İsa’ya en yakın olan benim. Çünkü onunla aramızda başka bir peygamber yoktur”302
(302) Buhari Peygamberler: 3441-3443; Müslim Faziletler: 2365.

İslam ve Zaman

Demek ki, bütün peygamberlerin dini birdir. O da özü bakımından tek ve ortaksız Allah’a kulluk etmektir. Bu Allah’a her dönemde o dönemdeki emirleri uyarınca kulluk edilir ve bu kulluk biçimi de o dönemin İslam dinidir.
Yürürlükten kaldırılan ve kalkan (nasih ve mensuh) kurallar bakımından şeriatlerin farklılık göstermesi, aynı şeriatın zaman içinde farklılaşmasına benzer. Mesela Cenab-ı Allah’ın, Rasulullah’a (s.a.v.) göndermiş olduğu İslam dini, özü bakımından tek bir dindir. Böyle olmakla birlikte bu din bir dönem “Hicretten sonra on küsür ay kadar” Beytulmukaddese dönerek namaz kılmayı emretmiş, fakat bir süre sonra Beytülmukaddes’e doğru namaz kılmayı yasaklayarak Kabe’yi kıble edinme ilkesini getirmiştir. İki zaman dilimi arasındaki bu kıble değişikliğine rağmen din birdir.
Bu ilke uyarınca Cenab-ı Allah (c.c.) İsrailoğulları için cumartesi gününü ve bizim için cuma gününü haftalık bayram olarak belirlemiştir. İsrailoğulları zamanında cumartesi günü toplanmak vacipken bizim dönemimizde cuma günü toplanmak vacip olmuş, buna karşılık cumartesi günü toplanmak haram kılınmıştır.
Musa’nın (a.s.) şeriatın yürürlükteyken kim onun dışına çıkmış ise “müslüman” olma niteliğini yitirmişti. Buna karşılık daha önceki şeriatler yürürlükten kaldırıldıktan sonra Rasulullah’ın (s.a.v.) şeriatına girmeyenler de “müslüman” olamamışlardır.
Cenab-ı Allah (c.c.) hiç şüphesiz, hiç bir peygamberine kendisinden başkasına kulluk edilmesini meşru kılmamış, hiçbir şeriatta böyle bir kural yer almamıştır. Nitekim o, Kur’an’da şöyle buyuruyor:
“Allah size Nuh’a ve sana vahyettikleri ile İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiklerini meşru kıldı. Yani “Bu dine uyun ve onunla ilgili olarak ayrılığa düşmeyin” fakat müşrikleri uymaya çağırdığın bu ilke onlara ağır geldi” (Şuara: 26/13)
Görüldüğü gibi, Allah peygamberinin tümüne gönderdiği dinde ayrılığa düşmeksizin uymalarını emrettiğini belirtiyor. Aşağıdaki ayet’ler de bu ilkeyi vurguluyor:
“Ey peygamberler, temiz yiyecekler yiyiniz ve salih ameller işleyiniz. Çünkü ben yaptığınız her şeyi biliyorum.
Hiç şüphesiz, sizi oluşturduğunuz bu ümmet, tek bir ümmettir ve ben de Rabbinizim. Benden korkunuz”
(Mü’minun: 23/51-52)
“Sen yüzünü Allah’ı bir bilenlerin dinine çevir. Bu din Allah’ın yaratış sistemidir, bütün insanları bu sisteme yatkın yaratmıştır. Allah’ın yaratış sistemi değiştirilemez. Doğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler” (Rum: 30/30)
“Yalnız Allah’a yöneliniz ve sırf O’ndan korkunuz. Namazı kılınız ve sakın müşriklerden olmayınız. Ki onlar dinlerinde ayrılığa düşerek grup grup bölündüler. Her grup kendi görüşü ile mutludur” (Rum: 30/31-32)
Gerçekten müşrikler grup grup ayrılıp parçalandıkları halde Allah’ın birliğinde buluşan ihlaslılar kitlesi birlik içindedir. Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Rabbin dileseydi, bütün insanları bir ümmet yapardı. Fakat sürekli ayrılıklara düşüyorlar. Yalnız Rabbinin rahmetine mazhar olanlar hariç. Allah onları bunun için yarattı.” (Hud: 11/118-119)

Tevhid Ehli ve Müşrik ve Bid’atçılar

Demek ki, Allah’ın rahmetine mazhar olanlar (Tevhid inancının bağlıları) birlik ve anlaşma halindeyken müşrikler dinlerinde ayrılığa düşerek çeşitli gruplara bölünmüşlerdir.
Bu yüzden nerede müşriklik ve bid’atçılık ortaya çıkarsa orada insanlar arasında ayrılıkların alıp yürüdüğü görülür. Nitekim İslam öncesi dönemde hemen hemen her arap kabilesinin Allah’a ortak sayarak O’na yaklaşabilmek ve yardımını görebilmek için aracılığına baş vurduğu ayrı bir putu (bir Tağut’u) vardı. Beriki ötekinin ve öteki de berikinin Tağut’una nefret beslerdi. Hatta her Tağut’un bağlılarının uyguladıkları ayrı bir dini kurallar sistemi vardı. Mesela Menat putuna tapan Medine halkı Safa ile Merve arasında tavaf yapmaktan kaçınırlardı. Bunun üzerine şu ayet geldi:
“Safa ile Merve Allah’ın sembolik yerlerindendir. Kim Kabe’yi hacceder veya Umre yaparsa bu iki yer arasında tavaf yapmasında sakınca yoktur. Kim gönüllü olarak hayır işlerse bilsin ki, Allah karşılığını verir ve onu bilir” (Bakara: 2/158)
Şu veya bu oranda müşrikliğe bulaşanların da aynı duruma düştüklerini görüyoruz. Mesela bazı mezarları ve peygamberlerin yada seçkin şahsiyetlerin hatıralarını taşıyan yerleri mescid edinen kimseleri düşünelim. Bu tutumu benimseyen bir grubun özellikle dua yeri yalvarma ve teveccüh yeri olarak seçtiği bir yere, aynı tutumu paylaşan başka bir grubun hiç bir şekilde saygı göstermediğini sık sık görürüz.
Oysa Tevhid inancının tavizsiz bağlıları böyle değildir. Onlar bizzat “Allah’ın yapılmalarına ve içlerinde adının anılmasına izin vermiş olduğu evlerde” yani mescidlerde toplanıp tek Allah’a ibadet ederler ve kesinlikle O’na hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Ayrıca Allah onlara yeryüzünün her tarafını temiz saymış ve mescid edinme yetkisi vermiştir.
Bu arada eğer Tevhid inancının bağlıları arasında herhangi bir mesele üzerinde görüş ayrılığı çıkarsa bu mesele mutlaka ictihada (farklı görüş ileri sürmeye) açık bir meseledir ve bu yüzden aralarında ayrılık ve çatışma meydana getirmez. Tersine onlar iyi bilirler ki, böyle bir meselede görüşü isabetli olanlar iki sevab kazanırken yanılgıya düşen tarafında gerçeği ortaya koyma çabasına (içtihadına) karşılık bir sevabı vardır ve hatası da peşinen affedilmiştir.
Ayrıntılar sınırını aşmayan bu tür görüş ayrılıkları yanında özde hepsinin ilahı, tek ve ortaksız Allah’dır. Hep birlikte O’na kulluk ederler, O’na güvenirler, O’ndan korkarlar, ortak umut kaynakları O’dur, O’ndan yardım isterler. O’na yalvarırlar, O’na dua ederler, darda kaldıkça O’na baş vururlar ve Cenab-ı Allah’ın (c.c.) şu ayet’te onların niteliklerini belirtirken buyurduğu gibi mescidlerde biraraya gelerek namaz kılarken de O’nun kerem ve hoşnutluğunu amaçlarlar:
“Onların rukua vararak ve secdeye kapanarak Allah’ın lütfunu ve rızasını aradıklarını görürsün”
(Fetih: 48/29)
Bu kimseler uzaktan gelinerek ziyaret edilebilecekleri peygamberimiz tarafından belirtilen üç mescidi, özellikle haccetmek üzere ziyaret etmeleri emredilen Kabe’yi aynı amaçla ve aynı tutumla ziyaret ederler. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey mü’minler, sakın Allah’ın sembolik değer verdiği şeylere, haram aylara, Kabe kurbanına, boynunda kurbanlık nişanı takılan hayvanlara ve Allah’ın lütfunu ve keremini aramak için Kabe’nin güvenlik alanına girenlere saygısızlık etmeyiniz, ilişmeyiniz” (Maide: 5/2)
Onlar Allah’ın evi olan Kabe’ye yönelirken sadece O’nun lütfunu ve hoşnutluğunu ararlar, başka bir amaçları olmaz, O’nun dışında başka bir umut ve korku kaynakları olmaz.
Buna karşılık şeytan çoğu kimselere yaptıkları yanlış işleri hoş göstermiş ve böylece onlara sırf Allah’a yöneltilmiş bir din anlayışından saptırarak çeşitli şirklere sürüklemiştir. Bunun sonucu olarak böyle kimseler Allah’dan başkasının hoşnutluk ve teveccühünü kazanmak için çeşitli yolculuklar ve ziyaretler düzenlemektedirler. Bu ziyaret yerleri ya bir peygamberin, ya bir sahabinin bir salih şahsiyetin mezarı olmakta bazan da öyle oldukları sanılmakta ve yapılan dualar ile teveccühler ziyaret edilen mezarların sahiplerine yöneltilmektedir.
Bunlar arasında öyleleri var ki, haccın amacının bu olduğunu sanmakta ve bazı fanilerin mezarlarını ziyaret etmekten başka bir şey düşünmemektedir. Kimisi de bu tür ziyaretleri Kabe’yi tavaf etmekten daha yararlı sanmaktadır.
Böylelerinin bazı şeyhleri evlerinden Kabe’yi tavaf etmek niyeti ile yola çıkmakta, fakat Medine’ye varıp Rasulullah’ın (s.a.v.) mezarını ziyaret edince bununla yetinerek, hatta daha faydalı olduğunu sanarak geri dönmektedirler. Bu anlayışa bağlı bazı cahiller ise mezarları ziyaret etmeyi vacip kabul etmektedirler.
Böyleleri çoğunlukla “ölümsüz diri” olan Allah’dan bir şey ister gibi mezarlardaki ölülere el açmakta ve “Ey efendim falanca, beni affet, bana merhamet eyle, tevbemi kabul eyle” veya “Benim falancaya olan borcumu ödememi sağla, falancaya üstün çıkmama yardım et, ben senin gözetimin ve koruman altındayım” gibi sözlerle onlara dilekler yöneltmektedirler.
Kimi zaman mezardaki ölülere sığırlar, develer, koyunlar, hatta evlatlarını kurban etmeyi adamaktadırlar. Tıpkı müşriklerin putlarına, tağutlarını kurban adadıkları gibi. Oysa Cenab-ı Allah (c.c.) Kur’an’da şöyle buyuruyor:
“Allah bahire, Saibe, vesile ve ham diye bir şey belirlemiş değildir. Fakat kafirler Allah’a yalan yere iftira ediyorlar ve çoğu da ne yaptıklarını anlamıyor”
(Maide: 5/103)
“Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah’a pay ayırdılar. Arkasından da akılları sıra “Bu Allah’a ve bu da koştuğumuz ortaklara aittir” dediler. Ortak koştuklarına ayırdıkları paylar Allah’a ulaşmıyor, ama Allah’a ayırdıkları paylar koştukları ortaklara varıyor. Verdikleri, hükümler ne kadar çirkindir!” (En’am: 6/136)
Bu tür ziyaret yerlerinin kimi bekçileri ve türbedarları “Ben senin dileğini burada yatan şahsiyete söylerim, o da peygamberimize ve peygamberimiz d e Allah’a ulaştırır” gibi saçmalıklarla cahil halkı kandırmaktadırlar. Bu türbedarların kimileri, söyledikleri şahsiyetlere ait olup olmadıkları bile belli olmayan bu mezarlara bezler, örtüler asmakta veya ötesini-berisini altın yada gümüşle süslemektedirler. Oysa bütün müslüman alimlerinin ortak görüşüne göre bu adetler İslam dini ile bağdaşmayan birer müşrik geleneğidir. Bu arada bir çok yerlerin cuma mescidleri hem maddeten ve hem de manen yıkık ve öksüzdür!
Böyleleri arasında o kadar çok sayıda kimse var ki, bunlar bu tür mezarlara bitişik yerlerde kıldıkları namazların sırf Allah adına yapılmış ve çevresinde mezar bulunmayan mescidlerde kılınan namazlardan daha faziletli olduklarını sandıkları için Rasulullah’ın (s.a.v.) mescid edinmelerini yasakladığı bu tür şirk ve bid’at ürünü yerlere akın ederler ve “Allah’ın yapılmalarına ve içlerinde adının anılmasına izin vererek” haklarında şöyle buyurduğu mescidlerden kaçarlar:
“Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah’dan başka hiç kimseden korkmayanlar onarıp şenlendirir. İşte onlar hidayete erenlerden olabilirler” (Tevbe: 9/18)
Bu zihniyette olanların ileri gelen bir şeyhi diyor ki: “Namaz kılarken Kabe sıradan halkın (avamın) kıblesidir. Falanca şeyhin mezarına dönerek namaz kılmak “Bu arada Kabe’ye de arka dönmek” seçkinlerin (Havas’ın) kıblesidir. “Hiç şüphesiz bu tür söz ve davranışlar, bütün İslam alimlerinin söz birliği ile açık birer küfürdür.
Bu meseleler bizi burada yaptığımızdan daha ayrıntılı biçimde incelenmeli bu konularda büyük alimlerin sözlerine yer vermeli ve ilgili deliller otaya konmalıdır. Biz bu meselelerle ilgili olarak başka bir kitabımızda şimdi buraya sığdırılamayacak kadar geniş bilgi verdik. Burada yapabildiklerimiz sadece şunlardır: Meselelerin başlıklarını vurguladık, delillerin türlerine değindik, dini sırf Allah’a yöneltmek ve ortağı olmayan o tek Allah’a kulluk etmek gibi şeriatın ana amaçlarına parmak bastık. Bu arada açık veya gizli müşrikliğe kapı açan ve yol veren ön tehlikelere karşı şeriatımızın aldığı önlemlere değindik. Çünkü dinin temel ilkesi, peygamberlerin çağrılarının özü ve tek Allah’a bağlı inancın özü budur.

Tevhid Terimi

Bu arada şu noktaya da değinelim. Bazı münazara ve kelam alimleri, bazı sofular “Tevhid” terimini yanlış anlamışlar, hatta onun özünü değiştirerek şahsi görüşlerine göre yorumlamışlardır.
Öyleleri var ki, Allah’ı bir bilmenin (tevhidin) O’nun sııfatlarını, hatta güzel isimlerini (esma-ı hüsna) reddetmek denemek olduğunu sanıyorlar. Böyleleri kendilerini “tevhid” ehli diye adlandırırken sıfatlardan arınmış bir zata ve kelimenin tam anlamı ile mutlak bir varlığa inanırlar. Oysa sahih delillerle desteklenen sağlıklı düşünce açıkça ortaya koyar ki, böyle bir şey sadece zihinlerde vardır, objektif mevcudiyeti yoktur. Onlara göre Allah’ın sıfatları olduğunu kabul etmek bizi “terkib (sentez)” dedikleri şeyle karşı karşıya getirir ve bu da akılla bağdaşmaz. Başka bir eserimizde bu kimselerin iç yüzlerini, cahilliklerinin ulaştığı boyutları ve yanılgaya düşmelerine yolaçan bazı belirsiz ve birden çok anlamlı terimleri ele alıp inceledik.

Tevhid’in Farklı Anlamları

Bazı kimseler “Tevhid”in sadece tek ilahın varlığını onaylamak ve Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğuna inanmaktan ibaret olduğnu sanıyorlar. Buna “Tevhid-i Efal (fiiller bakımından tevhid)” deniyor.
Bazı kelam alimleri de Tevhid’in bu yorumunu anlatmak için uzun açıklamalar yapmışlardır. Bu yorumu yaparken ya birden çok ilahın varlığının farzedilmesi halinde bunun “kudret” ve “kemal” niteliklerinden eksikliğe yolaçacağından, birden çok “failin (yaratıcının)” bir tek “meful(yaratık)” etki çatışmasına düşeceği gerçeğinden hareket etmişler veya başka gerekçelere dayanmışlardır. Söz konusu kelamcılar böyle Allah’ın birliği ilkesini oturttuklarını, Allah muktedir olmak demek olduğunu sanmışlardır. Bu durumda Allah’dan başka hiç kimsenin yaratma gücünde olmadığı ispat edildiği takdirde onlara göre “lailahe illallah: Allah’dan başka ilah yoktur” ilkesi gerçekleşmiş oluyor.
Oysa bilemediler ki, Tevhid’in bu anlamını İslamdan önceki müşrik araplar bile kabul ediyorlardı. Nitekim bu gerçeği bize şu ayet’ler haber vermektedir:
“Eğer onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı” diye soracak olsan mutlak “Allah yarattı” diyeceklerdir”
(Lokman: 31/25)
“De ki; “Biliyorsanız, söyleyin bakalım: Dünya ve dünyadaki her şey kime aittir?” Onlar “Allah’a aittir” diyeceklerdir” (Mü’minun: 23/84)
“Onların çoğu Allah’a ortak koşmaksızın O’na inanmazlar” (Yusuf: 12/106)
Ünlü sahabi İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) müşriklerin bu inanç çelişkisini “Eğer onlara ‘Gökleri ve yeri yaratan kimdir?’ diye soracak olursan ‘Allah’tır’ derler, ama buna rağmen Allah’dan başkasına taparlar” diyerek gayet sade bir dille açıklıyor.
“Tevhid”in bu yorumu, hiç kuşkusuz “”Tevhid”in gerekli şartıdır, ama yeterli şartı değildir. Yani sırf bu kadarlık bir “Tevhid” inancı ile günahların en büyüğü olan ve Allah’ın af kapsamı dışında tuttuğu “müşriklik” günahından kurtulmak mümkün değildir. Müşriklikten tamamen uzak sayılabilmek için bu temel inanç yanında kulluğu ve dini sırf Allah’a yöneltmek, ondan başka hiç bir şeye kulluk sunmamak ve ayrıca O’nun direktifleri uyarınca kendisine kulluk etmek gerekir. Ancak o zaman din tümü ile Allah’a yöneltilmiş olur.
“İlah” deyince kalbler tarafından “yüceliği” benimsenen, kulluğa müstehak tek merci olarak bilinen, bütün sıfatlarında eksiksiz bir yetkinliğe sahip olduğu kabul edilen “Tek bir Allah’ı düşünmek gerekir. Onun dışında hiç bir nesnenin kulluğa ve sevilmeye müstehak olamayacağını kesinleştirmek lazımdır. Onun rızasını amaçlamayan her ibadet “batıl”dır, O’ndan başkasına kulluk sunmak, O’ndan başkasını sevmek “fesada (yıkma)” götürür diye inanmalıdır. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Eğer yerde ve göklerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, yer de gökler de fesada uğrar, kargaşalığa düşerdi”
(Enbiya: 21/22)
Ba zı kelam bilginlerinin sandıkları gibi bu ayet, sadece Allah’ın ortaksız birliğine delil olan “yetki çatışması”nı ifade etmez. Çünkü yetki çalışması, herhangi bir yaratığın var olmasını engeller, yoksa varlık alanına intikal etmiş yaratıkların fesada (kargaşalığa ve yıkıma) uğramasını gerektirmez. Birinci anlam yapıcı oluşturucu faktörlerden olan ilk sebebler ile ilgili iken ikinci anlam amaçları oluşturan hikmetler ile ilgilidir. Cenab-ı Allah’ın
“Yanlız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz” (Fatiha: 1/4)
şeklindeki buyruğu gibi. Bu ayette asıl amaç olan “gaye” ve bu inançta “yok olmanın (fena fillah telakkisinin)” “son” olduğunu, bu safhaya ulaşan kimseden şeriatın “iyi” diye ilan ettikleri şeyleri iyi sayıp “kötü” olduğunu belirttiği şeyleri kötü sayma yükümlülüğünün düşeceğini sanmışlardır. Bu anlayış, onları emirleri, yasakları, vaadleri ve uyarıları geçersiz ve fonksiyonsuz saymaya sürüklemiştir. Bu kimseler böyle düşünmekle Allah’ın tüm varlıkları içeren “meşiyeti (dileği) ile sadece ibadetlere özgü olan “rızası” ve “muhabbeti” arasında, herşeyi kapsamı altına alan kudreti dolayısıyla iyi-kötü herkesi içiren geniş kapsamlı sözleri ile sadece peygamberleri ile dostlarının onayladığı dini sözleri ile sadece peygamberleri ile dostlarının onayladığı dini sözleri arasında fark gözetmemiş olmaktadırlar. Daha doğrusu bu iki kategori arasında varolan büyük farkı kavramamış olmaktadırlar. Başka bir deyimle kul, Allah’ın, iyi-kötü, mümin-kafir bütün kulları içeren yaygın ilahlığı yanında, sırf mümin kullarına özgü olan ilahlığını da onaylamalı, şehadet kelimesini dile getirirken bu özel anlamı da kasdetmelidir. O mü’min kullar ki, sırf Allah’a kulluk ederler, O’nun emirlerine uyarlar ve peygamberlerine uyarlar. Aşağıdaki ayet’leri bu anlayışla okuyup yorumlamamız gerekir:
“Yoksa biz inanıp iyi ameller işleyenleri, yer yüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Allah’ın azabından sakınanları yoldan çıkmışlar gibi mi tutacağız?” (Sad: 38/28)
“Yoksa kötülük işleyen kimseler, kendilerini inannıp iyi ameler işleyenler gibi tutacağımızı mı sanıyorlar? Hayatları ve ölümleri aynı onlar gibi olacak diye mi düşünüyorlar. Verdikleri hüküm ne kadar yanlıştır!”
(Casiye: 45/21)
“Biz hiç müslümanları, mücrimlerle bir tutar mıyız?”
(Kalem: 68/35)
Allah’ın dostları ile düşmanları arasında, emrettiği ve farz kıldığı iman ve salih amel ile hoşlanmadığı, yasakladığı ve nefret ettiği küfür, fasıklık ve isyan arasında fark gözetmeyenler, Allah’ın kudretinin, dileğinin ve yaratıcılığının herşeyi kapsamına aldığını onaylamakla birlikte bu ayırımı yapmayanlar, Allah tarafından inanç tarzları bize şu ayet’te anlatılan müşrikler ile aynı paralele girerler:
“Müşrikler “Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de babalarımız Allah’dan başkasına tapmaz ve O’nun haram kıldıklarından başka hiç bir şeyi haram saymazdık” derler” (Nahl: 16/35)

Kader Bahane Yapılabilir mi?

Sözlerimizin burasında şu noktayı vurgulayalım. “Kader” inanılacak bir şeydir, yoksa bahane edilecek, günahlara gerkçe olarak kullanılacak bir kavram değildir. Başka türlü söylersek mümin musibetler karşısında kadere baş vurur, günah veya kusurlar karşısında Allah’dan af diler.Tıpkı Cenab-ı Allah’ın şu ayet’te buyurduğu gibi:
“(Ey peygamber) sabret, Allah’ın vadi mutlaka gerçekleşecektir. Günahlarına da istiğfar et ve akşam-sabah Rabbini överek tesbih eyle”
Nİtekim Musa, Adem’i (selam üzerlerine olsun) cennetteki yasak ağacın meyvasından yemiş olması dolayısıyle meydana gelen musibetten dolayı kınayınca Adem, Musa’ya karşı şu savunmayı yaptı;
“Bu benim yaratılmamdan önce yazılmıştı”303
(303) Buhari Kader: 3409; Müslim Kader: 2652.
Adem’in, Musa’ya (a.s.) karşı yaptığı bu savunma aşağıdaki ayetlerin anlamları doğrultusundadır:
“Gerek yeryüzünde ve gerekse kendinizde meydana gelen bütün musibetler, tarafımızdan yaratılmadan önce mutlaka bir kitabda belirlenmiştir. Bunu yapmak Allah için kolay bir şeydir” (Hadid: 57/22)
“Başa gelen her musibet, ancak Allah’ın izni ile meydana gelir. Kim Allah’a inanırsa Allah kalbine hidayet verir” (Teğabün: 64/11)
İlk dönem (selef) tefsircilerinin açıklamalarına göre
“Kim Allah’a inanırsa Allah kalbine hidayet verir”
ayet-i, başına bir musibet geldiği zaman bunu Allah’dan bilerek teselli bulan, gönlü huzura kavuşan kimseyi kasdetmektedir.
İşte Adem’in (a.s.) kadere dayanarak yaptığı savunma bu anlamdadır. Yoksa-Allah korusun-ne Adem (a.s.) ve nede O’nun seviyesi altında olan herhangi sıradan bir mü’min kaderi bahane olarak kullanıp işlediği günahları savunmaya kalkışamaz. Eğer böyle bir şey olabilse başta şeytan olmak üzere onun tarafından ayartılan bütün cinler ve insanlar kendilerini bu bahaneye sığınarak savunurlar. Nuh kavmi, Ad kavmi ve Semud kavmi gibi bütün tanınmış küfür, fasıklık ve isyan temsilcileri bu gerekçeye başvururlardı. O zaman da Rabbimiz hiç bir günahkarı cezalandırmazdı. Bu bakış açısı, hem şeriat ve hem de prensipleri açısından saçmadır.
Bu yüzden hiç bir aklı başında kimse böyle bir görüş ileri süremez. Eğer sürerse hiç kimsenin işlediği suçlardan dolayı kınanamaması ve cezalandırılamaması gerekir. Oysa kaderi böyle yanlış anlamda yorumlayan kimse eğer bir saldırganın saldırısına uğrarsa mutlaka ona karşı hakkını arayacaktır. Eğer kader mutlaka bahane sayılacaksa saldırıya uğrayan, başına musibet gelen taraf için bahane ve sığınak sayılmalıdır. Değilse ne saldırgan için ve nede saldırıya uğrayan için bahane kabul edilmemelidir.
Eğer kaderi savunma gerekçesi olarak kullanmak doğru ve yerinde sayılacak olsa insanlar birarada yaşayamazlardı. Çünkü o zaman her saldırgan saldırısını bu gerekçeye sığınarak savunacak ve insanlar da onun bu mazeretini kabul e-derek kendisini cezalandırımayacaklardı. Bu görüşü benimseyen hiç bir kişi bir arada yaşayamaz. Çünkü herhangi biri kaderin bu yanlış yorumunu bahane ederek karşı tarafa karşı, her türlü kötülüğü yapabilir, hatta canına bile kıyabilir.
Ayrıca Tevhid inancına Allah’ın sıfatlarını yok saymayı sokuşturan bid’atçılar ile bu ilkeyi emirlere uyma yükümlülüğünden sıyrılma şeklinde yorumlayanlar bu saçma saplantılarının kaçınılmaz bir sonucu olarak yaratıcı ile yaratıklar arasında fark olmadığını söylemek, başka bir ifade ile “varlık birliği (Vahdet-i Vücud)” nazariyesini benimsemek zorunda kalırlar, Nitekim Vahdet-i Vücud (varlık birliği), hulül (Allah’ın varlıklara sızması)” ve “ittihad (Allah ile varlıkların birliği)” nazariyelerini savunan sapıklar bu görüşe inanırlar. Bu inkarcılar putlardan, putlara tapanlardan, Firavun’dan, Haman’dan ve bunların peşinden gidenlerden saygıyle sözederler, gökleri ve yeri yaratanın varlığı ile evrendeki tüm varlıkların varlığını bir tutarlar ve böylece müşrikliğin, gerçeği saptırmanın ve Allah’a iftira etmenin en koyusuna saplandıkları halde Tevhid inancına bağlı olduklarını, gerçeğe erdiklerini ve irfan mertebesine erdiklerini ileri sürerler.
Bunlardan olan bir sözde arif diyor ki: “Tarikata yeni giren mürid, önceleri şeriatın emirlerine bakarak ibadet ile günah arasında fark gözetir, bunlar arasında ayırım yapar. Bir süre sonra kaderi gözönüne alarak her hareketi günahsız ibadetler bütünü olarak görür, daha sonra da varlık bütünlüğü (vahdet-i vücud) ilkesi açısından ne ibadet ve nede günah görür”.
Bu sözlerin sahibi bir defa benzersiz olan tek “bir” ile aynı türden olan şeyler arasından sayıca ayrılan “biri” aynı saymakta, bu iki kavram arasındaki ince farkı analayamamaktadır.
Bilindiği gibi bütün varlıklar “varlık” kavramında, bu kavramla anılabilme bakımından ortaktırlar. Varlıklar, “kendisine dayanan” ve “başkasına dayanan” varlıklar olmak üzere iki kategoriye ayrılırlar. Başka bir deyimle “varlığı zorunlu” varlık olduğu gibi “varlığı mümkün” varlık da vardır. Tıpkı bütün hayvanların “hayvanlık” kavramında ve bütün insanların “insanlık” kavramında ortak koştukları, hep birlikte kesinlikle bilinen bir gerçektir ki, falanca hayvanla filanca insan birer birey olarak ele alındıkları takdirde aynı varlıklar değildirler. Aralarında genel karekterli bir ortak özellik vardır, o kadar. Bu ortak özellik, birleştirici bir genel kavram olarak sadece zihinlerde vardır, dış dünyada somut olarak bulunamaz.
Buna göre her varlık kendisini diğer bütün varlıklardan ayıran özel bir gerçekliğe sahiptir. Başka türlü söylersek dış dünyada hiçbir iki varlık arasında tıpatıp aynı olan hiç bir ortak özellik yoktur. Varolan ortak yönler, tıpatıp aynı özellikler değil, “benzer” özelliklerdir. Yani falanca varlıkta filanca varlığın niteliklerinden birinin benzeri olmaktadır. Oysa bu iki varlığın niteliklerinden birinin “benzeri” vardır. Bu yüzden falanca varlık filanca varlığın benzeri olmaktadır. Oysa bu iki varlığın herbiri gerek özleri ve gerekse nitelikleri bakımından öbüründen farklı ve ayrı bir varlıktır, sıradan varlıklar arasındaki durum böyleyken nasıl olur da bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah ile diğer sıradan varlıklar arasında “birlik”, “kaynaşma” ve “bütünleşme” gibi ilişkilerin varolduğu ileri sürülebilir?
Bu konuyu başka bir eserimizde daha geniş bir şekilde, konunun ciddiyetine yaraşır bir tafsilatla ele alıp inceledik. Bu nokta çok sayıda insanın ayağının kaydığı ve çok sayıda hayal gücünün şaşkınlığa sürüklendiği bir noktadır. Allah dilediklerini doğru yola (sırat-ı mustakime) iletir.
Bu tür sapıklıklara karşılık Allah’ın yaratıcılığı, sıfatları ve emirleri konusundaki iki ana ilkeyi iyi kavrayanlar Allah’ın emrettiği, sevdiği ve hoşlandığı varlıklar ile O’nun kudretinin ürünü olmakta ortak olan diğer varlıklar arasında fark gözetirler. Bu kimseler aynı zamanda Allah’ın, varlıklardan hiçbirininkine benzemeyen kendine özgü sıfatlara sahip olduğuna, ne yapılarında Allah’dan bir parçanın ve nede varlıkların olmadığına inanırlar. İşte bu iki temel ilkeyi kesin birer inanç prensibi halinde zihinlerine yerleştirenler Cenab-ı Allah’ın (c.c.) peygamberleri aracılığı ile insanlara tebliğ ettirdiği ve kitablarından açıkladığı “Tevhid” ilkesini kavramış olurlar. Mesela; Kur’an’ın “Kafirun” ve “İhlas” surelerinde bu ilke özlü bir biçimde ifade ediliyor.

Kafirun ve İhlas Surelerinde Tevhid Anlayışı

Bilindiği gibi “ihlas” suresi Kur’an’ın üçte birine denktir. Çünkü Kur’an ayet’leri, anlamları bakımından, biri “Tevhid” ilkesi, ikincisi “kıssalar” ve üçüncüsü “emirler ve yasaklar” olmak üzere üç kısma ayrılırlar. Bu tasnifi kısaca şöyle açıklayabiliriz: Kur’an tümü ile Allah kelamıdır. Öteyandan Kelam, yani söz ya inşai (buyurucu-yaptırımcı)” veya “ihbari (bildirici-haber verici)” nitelikte olur. İnşai nitelikte olan Kur’an cümleleri ya emir, ya yasak veya mübahlık ifade eder. İhbari nitelik taşıyan cümleler de ya Allah hakkında bilgi vermekte (Tevhid) veya varlıklardan bahsetmektedir (Kasas).
Buna göre bize Allah hakkında bilgi veren “İhlas” suresi “Tevhid” konusundaki ayet’lerden oluştuğu için Kur’an’ın üçte birine denktir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) da bir Hadis’inde
“Kul huvellahu ehad süresi, Kur’an’ın üçte birine denktir”
buyurmuştur.304
(304) Tirmizi Kur’an’ın Faziletleri: 2899; Ebu Davud Namaz: 1461;
İbn Mace Edeb: 378; Buhari Kur’an’ın Faziletleri: 5013.
Bilindiği gibi bir şeyin “denk”i, onun aynı türden olmayan “eşit”i anlamına gelir. Tıpkı Cenab-ı Allah’ın (c.c.) ihramlı hacı adaylarının av hayvanı öldürmeleri halinde ne gibi cezalara çarptırılacaklarını belirten ayet’in bir yerinde
“Yahud buna denk gelecek kadar oruç tutar”
(Maide: 5/55)
buyurması gibi.
Buna göre yukardaki Hadis-i “İhlas” suresini okumanın insana tüm Kur’an-ı okumanın üçte biri oranında sevab kazandıracağı, yoksa bu surenin, Kur’an’ın üçte biri ile tıpatıp aynı türden olduğu anlamına gelmediği biçiminde yorumlamak gerekir. Mesela bir yanda bir sarı lira altını olanla öbür yanda bu para ile eşit değerde gümüş, bakır ve başka tür paraları olan iki kimsenin durumu gibi.
Yani “İhlas” suresi, Kur’an’ın geride kalan kısmına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaz. İnsanlar bu sureye nasıl muhtaç iseler Kur’an’ın geride kalan kısmına da aynı şekilde ihtiyaçları vardır. Tıpkı herhangi bir mala sahip olan kimsenin diğer bir çok mallara muhtaç olması gibi. Bunun gibi insanlar da Kur’an’ın içerdiği emir, yasak ve kıssa ayet’lerine muhtaçtırlar.
Öteyandan “İhlas” suresi, “Tevhid” ilkesini, Allah’ın isim ve sıfatları ile delillendirerek hem sözlü hem de pratik (ameli) bir zemine oturtmuştur. Sureyi bu gözle bir daha okuyup anlamını kavramaya çalışalım:
“De ki; “O Allah birdir. Allah Samed’dir (Her şey varoluşunu O’na borçlu iken o hiç birşeye muhtaç değildir). Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç birşey O’nun dengi değildir” (İhlas: 112/1-4)
Bu surenin açıklaması hakkında başka bir eseremizde ayrıntılı bilgi verdiğimiz için burada daha fazla bir şey söylemek istemiyoruz.
Buna karşılık “Kafirun” suresinde “Tevhid” inancı amaca dönük ve yine pratik (ameli) olarak ifade ediliyor. Mesela bu surenin ilk iki ayet’ini okuyalım.
“De ki; “Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam” (Kafirun: 109/1-2)
Bu ayet’ler Allah’ın her şeyin yaratıcısı ve sahibi olduğununu onaylamakta ortak inanca sahip olanlardan sırf Allah’a kulluk edenler ile O’ndan başkasına tapanları kesinlikle birbirinden ayırmaktadır. Başka bir deyimle, sırf Allah’a tapan “ihlas” ilkesine bağlı kullar ile Allah’dan başkasına tapan, O’na ortak kaşan kulları biribirinden ayırmaktadır. Varlıklar arasında ortak olan niteliklerden hareket ederek, yani sadece varlıkların ortak yönlerini gözönünde bulundurarak tıpkı müşrik arapların yapmış oldukları gibi müslümanlarla kafirleri eşit gören sapıklar da bu ayırımın karşı tarafında yer alırlar. Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.)
“Bu sure şirkten kesinlikle sıyrılma, onunla ilişkileri tamamen kesme suresidir”
buyuruyor.305
(305) Tirmizi Edeb: 3403; Ebu Davud Edeb: 5055;
Ahmed Müsned: 5/456; Darimi Kur’an’ın Faziletleri: 2/458-459.
Bu arada “İhlas” suresinde Allah’ın zatı ile O’nun isimleri ve sıfatları ispatlanıyor. Bu ispat sayesinde yaratıcı, Tek ve Samed olan Allah’a inananlar, Allah’ın isim ve sıfatlarını yok saymak yolu ile O’nun özünü anlamsızlıştırandan kesinlikle ayrılmaktadırlar. Bu sapıklar aslında Allah’ın varlığını içlerinden onayladıkları halde açık ifadeleri ile O’nun özünü anlamsızlaştıran, hatta O’nu inkar eden Firavun ve benzerleri gibidirler. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Vicdanları onun doğruluğunun bilincinde olduğu halde sırf kibir ve zalimlikleri yüzünden onu inkar ettiler” (Neml: 27/14)
Yine Cenab-ı Allah (c.c.) Musa’nın (a.s.) dilinden şöyle buyuruyor:
“Musa dedi ki: “Ey Firavun, bunları benim Rabbimindoğru söylediğimi gösteren deliller olarak insanlara indirildiğini pekala biliyorsun. Ey Firavun, ben seni mahvolmuş görüyorum” (İsra: 17/102)

Peygamberlerin Üslubu

Allah’ın Peygamberlerinin üslubu “detaylı isbat” ve “genellemeli red” esasına dayanır. Yani peygamberler, Allah’ın isim ve sıfatlarını detaylı bir açıklıkla isbat ederek O’nun yaratıklara benzemezliğini genel ifadelerle reddetmişlerdir. Fakat gerek felsefecilerden ve gerekse diğer kesimlerden peygambere ters düşen inkarcılar bu uslübu tam kullanırlar. Daha açık bir şekilde olursak Allah’dan bahsederken “şöyle değildir, şöyle değildir, şöyle de değildir” diye ayrıntılı açıklamalar yaptıkları halde sıra sözde Allah’ın varlığını onaylamaya gelince “olumsuzluk şartına bağlı bir mutlak valık” veya “mutlaklık şartına bağlı bir mutlak varlık” gibi sözler söylerler.
Oysa onlar pek bağlı oldukları eski Yunan mantığının prensiplerine göre pekala bilirler ki, “mutlaklık şartına bağlı mutlak” varlık dış dünyada mevcut değildir. Yani mutlaklık şartına bağlı mutlak” varlık dış dünyada mevcut değildir. Yani mutlaklık şartına bağlı hiç bir mutlak insan yada mutlaklık şartına bağlı her hangi başka bir varlık, dış dünyada varolabilir. Yani şuna ve şuna ad olan veya şu ve kısma ayrılan genel varlıktan söz etmek istiyoruz. Böyle bir varlık dış dünyada ancak belirli ve bireysel bir varlık halinde bulunabilir.
Bu tür sözlerinin bir başka örneği de şudur: Onlar derler ki:
“Allah, bütün varlık belirtilerini kendi kendine olumsuzlama şartına bağlı bir varlıktır”. Buna göre o, var olma bakımından diğer varlıklarla ortak, fakat yok olma bakımından hepsinden ayrı olur. Bu saçma görüşe göre her varlık, varoluş belirtileri ile özellik kazanır. Varolmak yokolmaktan üstündür. O zaman da en basit varlık yokluktan üstündür demektir. Bu da bizi olmazlık, imkansızlık çıkmazına götürür. Çünkü iki varlık arasında daha üstün olan, kesinlikle yok olan değil, tam tersine ancak varolma niteliği taşıyandır.
Eski yunandaki Meşşailik akımının en yetkili sözcüleri olduklarını söyleyen şu son dönemin bazı felsefecileri de “vacib-ul Vücud (zaruri varlık, Allah)” hakkında “o dolaysız akılla kavranan bir şeydir” derler. Oysa bu söz onların bağlı oldukları mantığın kurallarına göre “vacib-ul vücud’un varlığının imkansızlığı anlamına gelir. Yine bu söz iki çelişik şeyi bağdaştırmak, biraraya getirmek gibi koyu bir cahillik va şaşkınlığı içerir.
Bu saçmalıklara karşılık Allah’ın peygamberlerinin uslübu, ifade tarzı, Kur’an metodunun aynısıdır. Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki:
“Senin kudretli ve ulu Rabbin onların yakıştırdıkları düşük sıfatların tümünden münezzehtir. Selam gönderilmiş bütün peygamberlere ve hamd da alemlerin Rabbi olan Allah’a olsun” (Saffat: 37/180-182)
Cenab-ı Allah Kur’an’da bize “hay (diri)” “Kayyum (varolma gücünü kendinden alan)”, “alim (bilgili)”, “Hakim, (her şeyi yerinde yapan)”, “gafur (bağışlayıcı)”, “rahim (merhametli)”, “semi (işiten)”, “basır (gören)”, “Aliyy (yüce)” “azim, (ulu)” olduğunu, yarattığını, sonra Arş üzerine istiva ettiğini”, “Musa ile açık açık konuştuğunu”, “Dağa yansıyıp onu darmadağın ettiğini”, “mü’minlerden hoşnut olup kafirlere gazab ettiğini” haber vermekte, daha bunlara benzer bazı isim ve sıfatları olduğunu bildirmektedir.
Buna karşılık kendisine yakıştırılmaması gereken sıfatları belirtirken de şöyle buyuruyor:
“O’nun gibi olan hiç bir şey yoktur” (Şura: 42/11)
“Hiç bir şey O’nun dengi değildir” (İhlas: 112/4)
“Sakın Allah’a başka şeyleri eş koşmayınız”
(Meryem: 19/65)
Görüldüğü gibi Cenab-ı Allah, bu ayet’lerde varlıkların niteliklerine benzer sıfatlar taşımadığını, ne isim ve sıfatları ile ifade edilen mukaddes zatı bakımından ve nede isimleri ve fiilleri (eylemleri) açısından hiç bir benzeri olmadığını belirtmektedir. Tıpkı şu buyruğunda ifade edildiği gibi:
“O, o zalimlerin dediklerinden münezzeh ve yücedir. O ulu ve büyüktür. Yedi kat gök ve yeryüzü ve bunlar üzerinde bulunan tüm varlıklar O’nu tesbih ederler. Varolan herşey mutlaka O’na hamdederek tesbih eder. Fakat siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız. O halim ve bağışlayıcıdır” (İsra: 17/43-44)
“En güzel isimler Allah’a aittir. O halde O’na o isimlerle dua ediniz ve O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakınız” (A’raf: 7/180)
“Ayet’lerimiz hakkında sapıklığa düşenler, bizden gizli kalmazlar” (Fussilet: 41/40)
Dediğimiz gibi, Allah’ı bilerek O’na dua ederler, yine O’nu bir bilerek O’na kulluk ederler. Rabblerine ibadet ederken O’na hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Böylece Allah’ın haklarında şöyle buyurmuş olduğu müşriklerden kesinlikle ayrılırlar:
“De ki; “Allah dışında ilah olduklarını sandıklarınızı çağırın bakalım. Onlar başınızdaki sıkıntıyı ne giderebilirler ve nede başka bir yana çevirebilirler.
O yalvardıkları da onların Allah’a en yakın olanları da Rabb’lerine yaklaşmak için vesile ararlar, O’nun merhametini umarlar, azabından çekinirler. Çünkü Rabb’inin azabı pek korkunçtur” (İsra: 17/56-57)
“De ki; “Allah’dan başka ilah olduklarını sandığınız şeyleri çağırın bakalım. Onların ne gökler ve nede yer üzerinde zerre kadar bir egemenlikleri yoktur. Yer ve gökler üzerinde herhangi bir ortaklıkları da söz konusu değildir. Allah’ın onlar arasında hiç bir yardımcısı da yoktur.
O’nun huzurunda O’nun verdiği kimselerden başkasının şefaati yarar sağlamaz. Nihayet yüreklerinden korku giderilince biribirlerine “Rabbimiz ne dedi?” dediler. Arasından “doğruyu söyledi o yüce ve büyüktür” dediler” (Sebe: 34/22-23)
Bu söylediklerimiz açıklanması gereken bölüm başlıkları ve çok önemli konulara işaret eder noktalardır.
Kısacası, mü’min kul gerçek bilgiyi ve gerçek imanı elde etmeye çalışmalı; Allah’ı hidayete erdirici, destekleyici, hüküm verici ve veli edinmelidir. Gerçekten O, ne güzel bir veli ve ne güzel bir destekleyicidir. Hiç şüphen olmasın ki, Rabbin senin için yeterli bir hidayete erdirici ve yeterli bir destekçidir.

Son Sözümüz Dua

Eserimizin sonuna yaklaşırken Müslim ve Ebu Davud’un, Aişe’ye (r.a.) dayanarak bildirdiklerine göre Rasulullah (s.a.v.) geceleri kalkıp kıldığı namazlardan sonra yapmış olduğu şu duayı tekrarlamak istiyorum:
“Allah’ım, ey Cebrail’in, Mikail’in ve İsrafil’in Rabb’i! Ey göklerin ve yeryüzünün yoktan varedicisi, görünen görünmeyen her şeyin bilicisi! Kullarının anlaşmazlığa düştükleri konuları çözüme kavuşturan, hükme bağlayan sensin. Üzerinde anlaşmazlığa düşülen meselelerde izniyle doğruyu bulmamı nasib eyle. Hiç şüphesiz sen dilediklerini doğru yola iletirsin”306
(306) Müslim Yolcuların Namazı: 770.
Kitabımızın son satırları, bu konu ile ilgili olan şu ayet’ler olsun:
“İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah insanlara müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. Ayrıca insanların anlaşmazlığa düştükleri konuları hükme bağlamak için bu peygamberlerle birlikte hakkı bildiren kitap indirdi. Bu kitap üzerinde anlaşmazlığa düşenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki azgınlıklardan dolayı anlaşmazlığa düştüler. Buna karşılık Allah mü’minleri onların üzerinde anlaşmazlığa düşmüş oldukları gerçeğe izni ile iletti. Hiç şüphesiz Allah dilediklerini doğru yola iletir” (Bakara: 2/213)
“İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonradan anlaşmazlığa ve ayrılığa düştüler. Eğer bu durumla ilgili Rabbinin önceden planlanmış bir takdiri olmasaydı, insanlar arasında anlaşmazlığa yolaçan meseleler hükme bağlanırdı”
(Yunus: 10/19)

Alıntı
Hanedan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 12-06-2012, 00:09   #2 (permalink)

 
SUMASALI - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

Üyelik tarihi: Oct 2012


Mesajlar: 812
Konular: 257

Karma Puanı: 2

Standart

İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah insanlara müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. Ayrıca insanların anlaşmazlığa düştükleri konuları hükme bağlamak için bu peygamberlerle birlikte hakkı bildiren kitap indirdi.


allah razı olsun ...


















__________________

Yüzlerce rekat gördü dizlerim.
Yüzlerce kez kapanıp secdeye seni diledim.
Sev n’olur...
Kimseyi sevmediğin gibi, kimsenin beni sevmediği gibi...


SUMASALI isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
dua, edenler, güneşe, güneşe yıldızlara, secde, secde dua edenler, yıldızlara


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


gizli ilimler gizli ilim
Tüm Zamanlar GMT +4.5 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 13:39.


Powered by vBulletin® Version kapalı
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.6.0
YASAL UYARI : İçerik sağlayacı paylaşım sitelerinden biri olan Ruhani.Net Adresimizde 5651 Sayılı Kanun'un 8. Maddesine ve T.C.K'nın 125. Maddesine göre TÜM ÜYELERİMİZ yaptıkları paylaşımlardan sorumludur. Ruhani.Net hakkında yapılacak tüm Hukuksal Şikayetler, Yöneticilerimiz ile iletişime geçilmesi yada iletişim formunu doldurulması halinde ilgili kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde Ruhani.Net yönetimi olarak tarafımızdan gereken işlemler yapılacak ve size dönüş sağlanacaktır. her yürlü sorunlar için email ; ruhaninet@gmail.com
sakarya escort sakarya escort sakarya escort sakarya escort serdivan escort izmir escort eporner